Kuraklık, iklimin su kaynaklarını, tarımı ve tüm canlıları etkilemesinin bir yoludur. Kuraklığın en önemli nedeni de yağmur değil; kar yağışının eksikliğidir.
İlkokullarda sınıflarımızın duvarlarında asılı olan mevsimler takvimini hatırlarsınız. Öğretmenimiz tarafından hazırlanan, mevsimine uygun renklerle, resimlerle ve süslü ilkbahar, yaz, sonbahar, kış mevsimlerini ilk öğrendiğimiz takvimlerdir bunlar. Mart, Nisan, Mayıs ayları ilkbahar aylarıdır; Haziran, Temmuz, Ağustos yaz ayları; Eylül, Ekim, Kasım sonbahar ayları; Aralık, Ocak ve Şubat kış ayları gibi dört eşit parçadan oluşur.
Belki farkında değilsiniz, okullardaki bu bir yılı aybaşlarından itibaren dörde bölen mevsim tanımlaması aslında astronomik değil meteorolojik bir mevsim tanımlamasıdır. Normalde günlük hayatta kullandığımız astronomik mevsimler, ilk ve son baharlardaki gece ve gündüzün eşit olduğu ekinokslar ile birlikte yaz ve kış gündönümleri ile bir yıl dört eşit olamayan parçadan oluşur. Bu tanımlamaya göre örneğin, 21/22 Aralık’tan 21 Mart’a kadar olan 89 güne kış deriz.
Aslına havanın hiçbir zaman takvimlerin belirlediği tarihlere uyması beklenmemelidir. Diğer bir deyişle, hava şartları astronomik mevsimlere uymak zorunda değildir, çünkü bu havanın doğasına aykırıdır (“havai” bir şeydir şu hava!). Aslında astronomik takvimlerin belirlediği gibi üçer ay dört eşit uzunlukta mevsimler dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Fakat mutlaka yaz ve kış gibi en az iki mevsim vardır.
Arapçadaki “mausim” kelimesinden bizler “mevsim” kelimesini türetmişiz, İngilizler de (monsoon) muson kelimesini. Muson aslında Arap Denizi’nde (kuru ve yağışlı olan) iki mevsimin birinden diğerine geçişi tanımlayan “yönü değişen rüzgârlar” olarak tanımlanır. Benzer şekilde İstanbul’un mevsimlerini yön değiştiren iki farklı rüzgâr ile “Bu mevsimler, lodos ve poyraz...” şeklinde yapılan benzetmeler vardır. Böylece Osmanlı zamanında da yıl, musonlar gibi Kasım (kış) ve Hızır (yaz) olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Kasım 180, Hızır 186 gündü. Böylece kışın en soğuk zamanları sayılan doksan gün geçmiş olurdu. Hatta yaz sonrası yaşanan sıcak günlere de “Pastırma Yazı” adı verilirdi.
Aslında İstanbul (lodos ve poyraz gibi) iki mevsimi her zaman bir anda yaşayan bir kenttir. Son günlerde de böyle oldu. Lodos ya da güneşli birkaç gün görünce “lodosun gözü yaşlı” ya da “güneş kar topluyor” şeklinde geleneksel yorumlara neden oldu. Böylece bir açan, bir kapatan hava yüzünden “lodos balığı” gibi şaşkına da döndük. Aslında Sibirya ekspresi buz gibi Arktik havayı üzerimizden Mısır kıyılarına kadar taşısa bile büyük şehirlerde kar yağışına hasret kaldık.
Sonuçta “Baktım kar havası, eve gel kör olası” şeklindeki atasözümüz de iyicene unutuldu gitti. Kırsal alanlara yağan karın şehirlere yağmamasının en önemli nedeni küresel ısınma ve şehirlerin oluşturduğu “ısı adası”dır.
1933’te yapılan Atina Anlaşması’nda “... yapıların birbirlerinden yeterince uzak mesafelerde yapılmış olması gerekir; aksi takdirde, yükseklikleri bir mükemmellik belirtisi olmak yerine, mevcut kötü durumun daha da kötüleşmesine neden olacaktır” diye uyarı yapılmıştı. Buna rağmen 80 yıl sonra İstanbul’un orasında burasından fışkıran yeni şehirlerin ya da lüks yaşam merkezlerinin öne çıkardıkları özelliklerin hiçbiri bu şartları sağlamamaktadır. Öyle ki Ağustos 2003’te Fransa ve çevresindeki sıcak hava dalgalarının neden olduğu 35 bin ölümden de ders almış değiliz. Özetle, yazın kitlesel ölümlere neden olan şehir ısı adaları, kışın da şehirleri yeterli kar yağışından mahrum bırakıyor.
Bu nedenle günümüzde kentler için iklimsel riskler önemli ve hayati bir konu haline geldi. Örneğin, New Yok, Boston, Chicago, Philadelphia, Pittsburg, San Francisco gibi dünya şehirlerinin artık şehir planlama ilkelerinde güneş ve rüzgârdan faydalanma hakları resmen gözetiliyor. Öyle ki bazı ülke veya eyaletler “Solar Rights Act” ya da “Solar Codes Provisions” adıyla binaların, diğer bir deyişle insanların güneş ve rüzgâr haklarını yasal koruma altına almakta. Böylece her bir yeni inşaatın çevre binaların güneşini ve hava akışını kesip doğal ısınma, ışık ve havalandırmasını engellememesini sağlıyorlar. Sonuçta yazın kentlerde ölümcül bir hal alan, kışın da kentleri kardan mahrum bırakan “ısı adaları” da önlenmiş olacak.
Maalesef kar yağışı kırsal kesimlerde de ve hatta yüksek dağlarda da küresel iklim değişikliği nedeniyle hızla azalıyor. Türkiye’de de 2100 yılına kadar kış sıcaklıklarında en az 2.5 - 3 °C’ye varan artışlar beklenmekte. Her 1 °C’de dağlardaki güvenilir doğal-kar hattı 150 m yükseleceğine göre varın kaç tane kış turizm tesisinin kullanılamaz hale geleceğini siz hesaplayın... Daha da önemli ve unutulmaması gereken şey; yiyecek gıda ve içecek su kalmadığında diğer bütün sosyo-ekonomik kaygılar anlamsız kalır. Kuraklık, iklimin su kaynaklarını, tarımı ve tüm canlıları etkilemesinin bir yoludur. Kuraklığın en önemli nedeni de yağmur değil; kar yağışının eksikliğidir. Bu nedenle hem su kaynakları, hem de genelde kar yağışına bağlı olan kuru tarım ve hidroelektrik enerji üretimi ciddi bir şekilde etkilenmektedir. Ayrıca hidrolojik döngüdeki değişimler, sulama ve su sağlama problemlerinin yanı sıra ani sel olaylarında da artışlara neden olmaktadır.
Sonuç olarak, “Baktım kuraklık havası, kendine gel kör olası!..”
Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu
Kaynak: Cumhuriyet