Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC, 1992) ve üçüncü taraflar Konferansı (Kyoto, 1997), küresel yönetim tarihinde görülmemiş derecede ileri bir adımdı.
UNFCCC ile birlikte iklim değişikliği, uluslararası sistemin ve bunun etkisinde şekillenen ulusal ekonomik kararların önemli bir belirleyeni oldu. İklim değişikliğini göğüslemek fosil yakıtlara dayalı mevcut altyapının aşamalı tasfiyesini, yenilenebilir enerji teknolojilerine dayalı yeni bir altyapının inşasını, üretken ekosistemlerin korunması adına belirli kalkınma projelerinden feragat edilmesini, üstelik değişen iklim koşullarına karşı uyum önlemlerinin alınmasını gerektirdiği için elbette masraflıydı. UNFCCC bu yükün paylaşılmasında sorumluluk ve kapasiteye dayalı ilerici bir prensip getirdi. Buna göre ülkeler bu yükü problemin ortaya çıkışındaki sorumlulukları ve problemin çözümü için sahip oldukları kapasiteleri ölçüsünde paylaşacaklardı. Bu prensip gelişmiş ülkelere işaret ediyordu, fakat nasıl uygulamaya konacağı belirsizdi. Kyoto Protokolü buna basit bir çözüm geliştirdi. Ülkeleri zenginler (Ek B) ve yoksullar (Ek B dışı) olarak ikiye ayırdı ve yoksul ülkelere sera gazı salımı hususunda herhangi bir sınır getirmezken, gelişmiş ülkeleri 1990 yılı salımlarını baz alarak belirli indirimler taahhüt etmeye davet etti. Kısaca şunu söyleyerek Kyoto’yla ilgili kısmı geçelim: Pek çok şey oldu, ABD antlaşmayı imzalamayarak altını oydu, sınırla-al-sat gibi esneklik mekanizmaları yüzsüzce suistimal edildi. Fakat esas konu şu ki, Kyoto’nun geçerli olduğu (1997-2012) ve mükemmel uygulandığı bir dünyada sera gazı salımları 1990 yılı baz alındığında yaklaşık %25 artacaktı. Gerçek salım artışı bunun biraz daha üzerinde seyretti.
Bu bilimin öngörüleri ve tavsiyeleri karşısında son derece yetersizdi. Çünkü bilim, biyokimyasal pekiştirici geri-besleme mekanizmalarının kontrolden çıkmasını ve yüz yıl gibi kısa bir süre içerisinde, yaşadığımız gezegende son 20 bin yıldır hakim olan ılımlı iklim koşullarının bozulmasını önleyecek salım sınırlarını çok daha katı bir şekilde ifade ediyor. Küresel iklim değişikliği, 2oC’nin altında tutulmalı, bunun için atmosferdeki karbon dioksit konsantrasyonu 21. Yüzyıl ortasında 450 ppm seviyesini gördükten sonra (bugün 400 ppm) aşağıya, 150 yıl zarfında 350 ppm seviyesine çekilmeli. Bu hedefleri yerine getirebilmek için sahip olduğumuz neredeyse yegane kontrol vanası, fosil yakıtlardan kaynaklanan karbon dioksit salımları, 2020 yılında yaklaşık 10 (milyar ton karbon/yıl) seviyesinde tepe yaptıktan sonra 2050 yılına kadar 2 milyar ton seviyesine düşmeli, yani 30 yıl içerisinde % 80 oranında azaltılmalı. Sonrasında, 50 yıl içerisinde, fosil yakıtlardan kaynaklanan salımlar tümden sıfırlanmalı!
İklim hareketi, Kyoto’nun birinci taahhüt dönemi sonrasında geçerli olacak antlaşma şartlarının belirleneceği 2009’daki Kopenhag görüşmelerine (on beşinci taraflar konferansı) buna yakın bir şeyleri elde edebilmek umuduyla gelmiş ve kentin sokaklarını hınca hınç doldurmuştu. Kopenhag iklim müzakerelerinin tarihinde büyük bir hayal kırıklığı oldu. ABD’nin, UNFCCC çerçevesinin altını ikili anlaşmalarla ve yaptırım içeren taahhütler yerine gönüllülüğe dayalı beyanlarla oyma çabası, gelişen büyük piyasa ülkelerinin acaba kalkınmamız sekteye uğrar mı kaygısından ve güç arayışından kaynaklanan ikircikli tutumu, ekonomik krizin pençesindeki AB’nin liderlik konusundaki isteksizliği, Kopenhag’ın sinirleri geren bir mesajla kapanmasına neden oldu. Kopenhag mutabakatı iklim değişikliğinin ne denli önemli bir sorun olduğunu, 2oC hedefinin ciddiyetini, salım azaltım taahhütleri ve uyum fonlarının yaşamsallığını beyan etmekle birlikte sorumluluk ve taahhütlerin belirlenmesi için 2015’i adres gösterdi.
2009 sonrasında her yıl Kasım-Aralık aylarında düzenlenen yeni taraflar konferansları, UNFCCC çerçevesine saygı gösteren, Kyoto’nun zaaflarını onarmaya çalışan ve bilimin önerilerine riayet eden bir antlaşmanın hazırlığından ziyade, iklim rejimi üzerinden iktidar savaşı veren blokların bir çarpışması şeklinde yürüdü. “Ormansızlaşma ve Ormanların Bozulmasından Kaynaklanan Salımların Azaltılması” (REDD) gibi mekanizmalarının nasıl yönetileceği, karbon salım envanterlerinin nasıl hesaplanacağı gibi ayrıntılar günler ve haftalar boyunca konuşulurken, bağlayıcı nicel salım indirim taahhütlerinin ne olması gerektiği, uluslararası iklim fonuna kimin ne kadar katkı sunacağı gibi esas meselelerin görüşülmesi sürekli ötelendi. George Monbiot, sitemin iklim konusunda bir karar almaktan artık aciz olduğunu teslim ederken, uluslararası iklimin başıbozukluğuna, 2010’larla 1990’ların dünyası arasındaki farklılıklara işaret etti.
UNFCCC çerçevesi ve Kyoto’nun zaaflarını onaran etkili, hakkaniyetli, etkin bir antlaşma umudu, 2013 Kasım ayında Varşova’da düzenlenen on dokuzuncu taraflar konferansında bir darbe daha aldı. Robin Hahnel’den alıntı yapıyorum: “En nihayetinde Varşova’da müzakereciler, 2015 yılında Paris’te yapılması planlanan COP 21 toplantılarından önce, ülke salımlarını 2020 yılına dek ne kadar azaltmaya gönüllü olduklarını beyan etmeye verdiler.” Bunun anlamı şuydu: Biz Kyoto gibi yaptırımlara dayalı, taahhütler içeren bir antlaşma için hazırlıklı değiliz, karşılıklı gönüllülük temelinde hareket etmek istiyoruz. Oysa taahhütleri değil gönüllülüğü esas alan mekanizmaların vahşi piyasaların egemen olduğu bir sosyo-ekonomik ortamda hiçbir işe yaramayacağını gayet iyi biliyoruz.
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban-Ki Moon’un özel davetiyle düzenlenen 23 Eylül İklim Zirvesi’ni işte bu arka plana dikkat ederek izlemek gerekiyor. Bu bir UNFCCC taraflar konferansı değil. Taraflar Konferansı, Aralık 2014’te Lima’da düzenlenecek. Dünya devletlerinin başkan, cumhurbaşkanı düzeyinde temsil edileceği bu olağanüstü, sıra dışı toplantının anlamı, iklim değişikliğinin erken ve zayıf etkilerinin hissedilmeye başladığı, buna rağmen binlerce can kaybının, milyarlarca dolar mal kaybının yaşandığı bir dünyada dünya liderlerini ciddiyete davet etmek. Oyunun sonuna gelindiğini hatırlatmak.
Bu gelişmelere paralel olarak tüm dünya kamuoyunun bir değişim yaşadığını, çevresel kaygıların geçmişte görülmemiş derecede arttığını görmek gerekiyor. Dünya iklim hareketi yeni, daha etkin bir evreye giriyor. James Hansen gibi bilim insanlarının Bill McKibben gibi yazar-aktivistlerin söylem kurmakta önemli rol oynadığı, yerel çevre, adalet, eşitlik hareketleri üzerinde yükselen bir iklim hareketinin yükselişine tanık oluyoruz. Bu hareket kanımca, şu grupları gezegen meselesi etrafında birbirine bağlayabildiği ölçüde başarılı olacak: (1) İklim değişikliğinden şiddetle etkilenen ve adalet isteyen gruplar (kısaca iklim adaleti hareketleri), (2) İklimin geleceği ve sonuçları hakkındaki öngörüleri geliştiren, bunları takip eden, gelecek hakkında kaygı duyan kesimler (akademisyenler, genel çevre hareketi, okuyan/ okumaya zamanı olan yurttaşlar) (3) İklim değişikliğini önlemek adına harekete geçirilecek ekonomik dönüşümden zarar görmeyeceğini bilen, aksine bu dönüşümün yeşil iş imkanları yaratarak ekonomik fayda yaratacağını gören kesimler (kısaca eşitlik hareketleri).
Bu farklı kesimlerin 21 Eylül 2014 günü New York’taki Halkların İklim Yürüyüşü’nde nasıl bir görüntü sergilediğini ayrıca anlatmaya çalışacağım.
Ali K. Saysel
22.09.2014