Bugün Türkiye’de ilginç bir şekilde nükleer tartışması hala yapılmaya devam ediliyor. İktidardaki ve muhalefetteki partilerin büyük çoğunluluğunun nükleer santrallere yaklaşımlarında büyük farklar yok. Muhalefet partilerinin temel itiraz noktası AKP hükümetinin nükleer santral kurma girişiminde izlediği yol ve yönteme ilişkin.
“Türk mühendisleri bizi nükleer teknoloji ile tanıştırabilecek olsa, yüzde yüz yerli malı olsa neden olmasın” zihniyetindeler. Hükümetin durumu ise gün geçtikçe daha da vahim hale gelmekte. Hükümet nükleer kurma fikrinden derhal vazgeçtiğini açıklayacağı yerde ülkeden ülkeye gezerek 2023 yılına kadar toplamda elektrik üretimi içinde nükleer enerjinin payını yüzde 20’ye çıkaracak, üç noktada 15000 megavatlık, 12 nükleer reaktör kurmayı planladıklarını açıklıyor.
Sinop’ta kurulacak nükleer santral için Japonya ile uzun süredir görüşmelerde ufak bir gecikme olduğunu bu ay içinde bu gecikmeyi hızla telafi edeceklerini söylüyor. Bu ufak gecikmenin nedeni Japonya’da Fukishima santralinde meydana gelen kazadan ileri geliyor olmasın. Bizim aklımıza hemen bu neden geliyor. Kazanın ardından özellikle Avrupa’da nükleer santralların devre dışı bırakılması gündemdeyken hükümet görüşmelerdeki gecikmelerden bahsediyor. Dünyada nükleer rönesans yaşanıyor fikrini savunan nadir ülkelerden biri Türkiye olsa gerek.
Bakan Yıldız nükleer konusunun kestirmeci bir yaklaşımla değil de enine boyuna tartışılmasının iyi olacağını kamuoyunun bu konuda bilgilendirilmesinin gerektiğini söyledi. Bulduğu her fırsatta da Türkiye’nin neden nükleer santrala ihtiyacı olduğunu, neden bu girişimden vazgeçmeyeceklerini kendi meşrebince madde madde açıkladı. Bakan beyin şansızlığı bu argümanları bugün tam bir nükleer kazanın ardından dile getiriyor olması. Aslında nükleer enerjiyi savunanlar için bir süredir durum pek de fenada gitmiyordu. Hızla büyüyen enerji talebine (özellikle ne kadar enerji kullanılırsa o kadar gelişmiş olduğunu düşünenler için) yanıt olarak ucuz, enerji arzı açısından güvenli, iklim değişikliğine de çözüm olacak kadar temiz nükleer masalı ortalıkta dolaşıma sokulmuştu. Üstüne üstlük Çernobil felaketinin üzerinden 25 yıl geçtiği için kazanın boyutları, can yakıcılığı da artık çok önemli bir argüman oluşturmaktan çıkmıştı.
Çernobil felaketinin ardından başka nükleer kazalar olmuştu. Örneğin Fransa (1998) fazla sıcak suyu dışarı atan sistemde bir boru patladı. Sorun giderilinceye kadar saatte 30 metreküp su ana soğutma devresinden dışarı aktı. Fransa (2001) Cattenom nükleer santralın 3.ünitesinde nükleer yakıt elemanlarında hasar meydana geldi. Almanya (2007-2009) Krümmel’de transformatörde çıkan yangın ciddi hasarlara yol açtı. İki yıl sonra devreye sokulan santral ancak birkaç gün çalışabildi ve tekrar arızalandı. İsveç (2006) Forsmark nükleer santralının tali ünitelerinden birinde kısa devre oldu. Nükleer santral güvenliğini sağlayan yedek jenaratörlerden ikisi çalışmadı. Bütün bu kazalardan sonra uzmanların yaptıkları açıklamalar “çok daha kötüsü olabilirdi neyse ki ucuz atlattık” şeklindeydi. Ama bunlar nasıl olsa ölümcül kazalar değil, bunları önemsemenin, hatırlamanın, dile getirmenin de bir önemi olmasa gerek. Ayrıca kullanılan her bir teknolojinin nasılsa olsa bir riski var, yaşamda risklerle dolu. Teknolojik risk gruplarının içinde en tehlikelisi tüp gaz, teknolojik olmayan riskler arasında ise bekarlık! Bakan beye göre heralde nükleere hayır demeden önce bu riskleri ortadan kaldırmamız gerekiyor. Ve bu yüzden bir televizyon programında hiç çekinmeden “ siz sanıyor musunuz Çernobil felaketinden sonra nükleer santral kurulmadı, kazaya rağmen ülkeler santraller kurulmaya devam etti ” diyebiliyor. Burada bakanın bahsettiği ve yıllardan beri nükleer lobiler tarafından dile getirilen bir şehir efsanesi olan “nükleer rönesans” olup olmadığına bir bakalım.
1954-2011 toplam 444 Adet reaktör
Nükleer santralların sayısı dünyada sürekli ve hızlı bir biçimde artıyor mu? Nükleer santralların ilk işletilmeye başlandığı dönemlerde beklentiler ve açıklamalar evet bu yöndeydi. 1960’larda Almanya için yüzyılın sonuna kadar 80 bin megavata ulaşacak sayıda reaktör kurulması planlanıyordu. Bugün Almanya’da faaliyet gösteren reaktörlerin kurulu gücü 20 bin megavat. En gelişkin teknoloji için yapılan sayısal hesaplamalarda büyük sapma yaşanmış görünüyor. Fukushima felaketinin ardından nükleer savunucu olan Merkel’in yaptığı açıklama ise ibret verici "Fukushima'daki boyutlarını halen daha bilemediğimiz felaket benim de nükleer enerji ve riskleri hakkındaki kişisel duruşumu değiştirdi. Ben de ek bir şeyler öğrendim." dedi ve Almanya’da nükleer santralların devre dışı bırakılması tartışmaları ciddi ciddi yapılmaya başlandı. Merkel fikrinin değişmesinin nedenini Japonya’daki kaza olduğunu dile getirse de nükleer karşıtlarının verdiği mücadele ile kaybettiği oyların etkisi yadsınamaz.
İlk nükleer reaktör 1954 yılında işletilmeye başlandı. 2002 yılında 444 adet nükleer reaktör ile en yüksek seviyeye ulaşıldı. 2010 yılında ise 436 adet nükleer reaktör faaliyet halinde ve bunun kurulu gücü 370 bin megavat. Avrupa’da yapımı süren sadece iki reaktör var bunlar ise Finlandiya ve Fransa’da. Yapımı süren 60’tan fazla reaktörün çoğu Çin’de ve Rusya’da, Hindistan, Güney Kore ve Japonya bu ülkeleri takip ediyor. Amerika’da ise inşaatı devam eden bir reaktör bulunmakta. Bu reaktörün 2012 yılında bitirilmesi planlanıyor yani temelleri atıldıktan tam 40 yıl sonra. Şaka gibi ama gerçek. Bakan beyin felaketlerden sonrada nükleer santral yapımı devam etti açıklamasının içinde Amerika’da olduğu gibi çok sayıda yapımı yıllar önce başlayanlar bulunmakta.
Şu anda çalışan 436 reaktörün çoğu miladını doldurmuş durumda ve 10-15 yıl içinde hizmet dışı kalacaklar. Özetle, bir atılımdan, geleceğin enerji türünden değil sayısı ve kurulu gücü her geçen gün azalan bir sektörden bahsediyoruz.
Peki bunca parlatılmasına ve devlet desteğine rağmen niye nükleerli bir gelecek olamıyor? Bu sorunun cevabı nükleer enerjinin kendi doğasında yatıyor; güvenlik ve atık sorunu. Ve bunlar nükleer enerjinin doğasında olduğu için hiçbir zaman çözümlenemeyecekler.
Güvenlik
1986 yılında Çernobil’de nükleer santralın çekirdeği eridi, uzmanların ifadesiyle tehlike düzeyi 7 idi. 1986’dan sonra 7 seviyesine ulaşan bir kaza olmadı.Fukushima’nın tehlike seviyesi şimdilik 6 olarak dile getiriliyor ama tehlike hala giderilmiş değil her an Çernobil’i aşan bir felaketi yaşayabiliriz. Nükleerin altmış yıllık geçmişi içinde 500 den fazla kaza kayıtlara geçti. Bu kazaların her biri Çernobil noktasına ulaşabilirdi. Ulaşmamış olduğu için şimdi kendimizi şanslı mı hissetmemiz gerekiyor. Geçtiğimiz altmış yıl içinde insanlık teknolojik olarak büyük gelişme kaydetti, doğal olarak bundan nükleer teknoloji de nasibini aldı. Ama nükleer teknolojide ilginç olan şey şu; ilk nesil nükleer reaktörlerin güvenlikleri için uzmanlar yüzde yüz garanti veriyorlardı. Three Mile Island ve Çernobil kazalarından sonra “ felakete dayanıklı” reaktör inşa ettiklerini söylediler.“Pasif emniyet sistemi” denilen sistemler sayesinde artık ciddi kazalar olmayacaktı. Hatta bu tür reaktörler için “ bırak git reaktörleri” adını vermişlerdi. En kötü kazanın olması durumunda bile paniğe kapılmanıza, endişe etmenize gerek olmayan reaktörlerdi bunlar. Maalesef gerçek böyle olmadı. Hala üzerinde çalışılan ve ancak 2045’lerde kullanılabileceği söylenen IV nesil reaktörler için bile artık bu tür garantileri veremiyorlar.
Bakan Yıldız ise Türkiye’de kurulacak santralların 9 şiddetinde depreme dayanıklı, devasa bir uçak çarpmasından etkilenmeyecek “ bırak git reaktörleri” cinsinden olacağını iddia ediyor.
Atık sorunları
Yüksek derecede radyoaktif atıkların yüzlerce yıl doğadan izole edilmesini sağlayacak özelliklere sahip son depolama alanı bugün itibariyle herhangi bir ülkede yoktur. Almanya 2014 yılında böyle bir tesise ulaşmak için hala çalışıyor. 104 adet reaktörü bulunan ve elektrik talebinin yüzde 19’unu nükleerden karşılayan ABD yıllardan beri sürdürdüğü ve milyar dolarlar harcadığı atıklarını Yucca Dağları’na gömme projesinden 2009 yılında vazgeçti.
Nükleerciler uzun bir süre atık sorununu küçümsediler. Fizikçi ve filozof Weizsacker 1969’da “ Bu hiç sorun değil. Bana söylendiğine göre Almanya’nın 2000 yılındaki nükleer atıklarının tümü bir kenar uzunluğu 20 metre olan kübik bir kutuya sığabilecek. Bu kutuyu iyice sızdırmaz hale getirip sıkıca kilitler ve bir maden ocağı galerisinin içine koyarsanız sorunun çözümlenmiş olacağını ümit edebiliriz” demişti. Bir zamanlar aynı ümidi taşıyan bir bakanımız vardı. O da Türkiye’nin oluşacak nükleer atıklarının bir kamyonetin arkasına sığabilecek kadar az olacağını söyleyerek atık sorunun ne kadar önemsiz olduğunu ifade etmişti. Bakan Yıldız ise şimdi Akkuyu’da yapılacak nükleer tesisin atıklarının sorumluluğunun Rus şirketinde olduğunu söylüyor. Evet bakan dahiyane bir biçimde sorunu çözdü. Akkuyu’da ne kadar süre kalacağı belli olmayan atıklar bir süre sonra Rus şirketinin aracılığıyla büyük ihtimal Rusya’ya götürülecek. Dünyanın hiçbir yerinde çözümlenemeyen atıkların son depolama alanını Türk aklı böyle çözer. Oysa ister Akkuyu’da ister Rusya’da bu atıkların çok uzun yıllar doğadan izole edilmesi gerekiyor.
Nükleer enerjinin sorunlu alanları sadece güvenlik ve atıklar da değil. Nükleer santralların altmış yıllık geçmişleri içinde daha bir çok sorunlu alan bulunmakta. Santralların planlanan maliyetlerin çok üstünde ve inşaat sürelerinin yıllarca uzamasıyla tamamlanması. Silah sektörü ile iç içe olması gibi.
“Güneş, rüzgar bize yeter” diyenleri bakan bey küçümsüyor, hayalcilikle suçluyor ve bir yandan da tehdit ediyor. “Bu enerji kaynakları enerji ihtiyacımızı karşılamaya yetmediği durumlarda elektrikleri mi keseceğiz, kusura bakmayın bu gün rüzgar esmedi mi diyeceğiz” diyor. Oysa bunların hiç biri olmayacak. Güneş ve rüzgarın tüm dünyanın enerji ihtiyacını karşılayacağı çok kesin verilere dayanıyor. Ve biz bakan beye soruyoruz “nükleer santrallar enerji arzında tek güvenli yöntem mi dediniz, elektrikler kesilmeyecek mi dediniz” Japonya’da haftalardır elektrikler kesik. Elektrik kesintisini geçtik Japonya’da insanlık trajedisi yaşanıyor haberiniz var mı bakan bey?
Nuran Yüce, 14 Nisan 2011