Yeryüzünün bütün canlı sistemleri aynı anda çöküyor. Siyasi liderler bu konuyla ilgilenmiyorlar bile. Haziran sonunda, dünyanın en güçlü ülkelerinin liderleri yeryüzünün gelmiş geçmiş en büyük BM toplantısına katılma zahmetine bile katlanmadılar. Rio + 20 adlı Yeryüzü Zirvesi’nden çıkan 49 sayfalık metin, bir uluslararası çevre kuruluşunun başkanının ifadesiyle, “dünyanın en uzun intihar mektubu” oldu.
Belki de tarihin en büyük kolektif liderlik fiyaskosu yaşanmıştı.
Salonumuzda Geçen Hafta, Gelecek Program ve Pek Yakında
Pek yakın geçmişimizin filmi buydu. Peki “pek yakında” beyaz perdede geleceğimiz nasıl olacak? Dünyanın önde gelen iklim bilimcilerinden biri, böyle giderse, en fazla 8 yıl içinde dönüşü olmayan noktaya, “devrilme noktası”na erişeceğimizi tüm bilimsel kanıtlarıyla açıklayan bir bilimsel makale yayımladı geçenlerde. (Yazıyla: Sekiz yıl!)
“Gelecek program” nedir sinemamızda? En basit ihtimaliyat hesabı şöyle: Dünyanın önde gelen gökbilimcilerinden biri, insanlığın bu yüzyılın sonunu görebilmesi olasılığını % 50 olarak hesaplıyor! Yazıyla: yüzde elli!
Atmosferi battaniye gibi sarıp küresel ısınmaya ve dünyanın kavrulmasına yol açan karbondiyoksit gazları 15 milyon yıldır şimdiki kadar yüksek seviyede olmamıştı; bunu biliyor muydunuz? (Ya da, o zaman deniz seviyelerinin şimdikinden 25 – 35 metre daha yüksek olduğunu!)
İklim değişikliği farkedilmeyecek kadar yavaş bir süreçmiş gibi geliyor bize ve zihinsel ataletimiz biraz da buradan geliyor belki de. Ama, unutmayalım ki, bundan 13 bin yıl önce dünyaya son buzul çağının gelmesi için sadece 6 ay yetmişti! Yazıyla: altı ay!
(Ama, kendimizi hiç kandırmayalım: insanlık varoldukça bir daha hiç buzul çağı olmayacak.)
Bütün bunlar tam bir kriz içinde olduğumuzu gösteriyor bize; gelin görün ki, hiç de öyle bir havada değiliz. Unuttuğumuz bir şeyler var sanki: 3 - 4 dakikadan fazla havasız kalırsak ölürüz, temiz hava olmazsa hasta oluruz; temiz toprak bulamazsak beslenmemizi sürdüremez, aç kalırız.
Yani, ekonomik ve siyasi kaygılardan çok daha büyük önceliğimiz havamız, suyumuz, iklimimiz olmalı iken, biz doğayı kendi gündemimize göre biçimlendirmeye çalışıyoruz. İnanılmaz gibi, ama öyle. Görünen o ki, hem ağır bir hafıza kaybı, hem de müthiş bir algılama zorluğu içindeyiz. Ama, bu böyle gidemez.
Manşetlere, ana haber bültenlerine baktığımızda ne görüyoruz: Vatan elden gidiyor, din elden gidiyor, ahlâk elden gidiyor ... Tek bir şey elden gitmiyor, o da gezegen. Gezegenin bir yere gittiği yok. Çünkü o, “elde” sayılıyor. Her zaman elde var bir.
Yakında Bambaşka Şeyler Konuşuyor Olacağız
Oysa, bu bir “hüsn-ü zan”dan ibaret. Ve doğrusunu isterseniz, bundan büyük bir yanılgı olamaz. Durum o kadar net ki aslında: Komşularla barış içinde yaşamak, Kürtlerin eşit vatandaşlık hakları, Alevilerin ibadet hakları, kadınların erkeklerle mutlak eşitliği, en önemli değerlerimiz saydığımız gençlerin eğitimi ve geleceği... Bütün bunlar ve diğer büyük meselelerimizin tekini bile yakında konuşamayacak hale geleceğimizin farkında mıyız acaba? Onların yerine çok daha büyük boyutlu felaketleri, çatışmaları, belki bölgesel savaşları, açlığı, sefaleti ve kitlesel ölümleri konuşuyor olacağımızı?
İnanmıyor musunuz? Bilim insanlarının, düşünürlerin, farklı dinlerin liderlerinin her birinin kendi açısından açıkça ortaya koyduğu tablo bu ama. Başımız büyük belada! Muazzam bir krizin tam göbeğindeyiz. Bu vahim tablo karşısında bakıyoruz, demokrasi oldukları söylenen tüm ülkelerin meclislerinin derin bir sessizliğe gömülü olduğunu görüyoruz. Çıplak gerçek, iklim değişikliğinin o müthiş gerçekliği, tümüyle işlevsiz hale gelmiş, çalışmayan “bozuk” parlamentolar tarafından adeta rehin alınmış durumda! Halkın seçtiklerinden tıs çıkmıyor. Bir sessizlik kumkuması ortalıkta kol geziyor.
Ama şu var, dostlar. Aynada kendimize bile itiraf edemesek de, hepimiz bal gibi biliyoruz ki, doğayı değiştirmek imkânsızdır. Öte yandan, gene hepimiz adımız gibi biliyoruz ki şirketleri, piyasaları, ve ekonomi gibi kul yapısı diğer şeylerin hepsini pekâlâ değiştirebiliriz. Bunları değiştirmek zorundayız. Bunu yapabilmekse, iki şeye sahip olmamıza bağlı. Birincisi, buna girişecek cesarete. İkincisi de paradigmayı değiştirecek bakış açısına. Ekonomiyi herşeyin kaynağı olarak görüyoruz. Oysa, bu büyük bir yanılgı. Bir sanrı hatta. Bedeli ne olursa olsun ekonomik büyüme sağlayacağımızı sanıyoruz ki bu da, gerçekleşmesi olanaksız bir rüyadan ibaret.
İşin kötüsü, burada çifte bela var: Rüya, nafile bir umut kaynağı olmakla kalmıyor yalnızca, korkunç büyük bir bedeli de beraberinde getiriyor: İnanmak güç gelse de, inansak iyi olur aslında: Bir avuç şirketin ve zenginin onulmaz kâr hırsına, gözüdoymazlığına dayalı bu psikopatolojik büyüme saplantılı sistem, çocuklarımızın geleceğine mal olacak. Dahası, onların çocuklarının ve çocuklarının çocuklarının geleceğine de ...
Doğal hayatla bir bütün oluşturduğumuzu artık görmek zorundayız. Bunu başaramazsak, yani varolmak ve sağlıklı bir şekilde hayatta kalabilmek için teknolojiye, ekonomiye, bilime değil, Toprak Ana’ya bağımlı olduğumuzu göremezsek mahvoluruz. Önceliği canlılar âlemi yerine ulusal sınırlara, ekonomilere, şirketlere, piyasalara vermeyi sürdürürsek, mahvoluruz. Bu iş asla yürümez.
Gezegeni ve atmosferi bir lâğım gibi kullanamayız. Bu gerçekleri tekrarlamak bile saçma geliyor insana, ama ne yapalım? Bütün biyolojik varlıklar gibi biz de temiz hava, temiz su ve temiz toprağa bağımlıyız. Biyolojik varlıkların en zekisi olarak görüyoruz kendimizi. Gezegeni çöp tenekesine döndürüp, tarihin en zehirli kimyasal maddeleriyle doldurduktan sonra, bunun olumsuz etkisi olmayacağını nasıl düşünebiliyoruz ki o zaman? Kendimizi kandırmaktan başka ne anlama gelir ki bu? Kibrin sonu var mı?
Oluşmasından bu yana 5 büyük kitlesel yokoluşa sahne olmuş bu gezegen, şimdi Altıncı Büyük Yokoluşa doğru pupa yelken yol alıyor. Ama arada küçük bir fark var: Bundan önceki yokoluşların hepsi doğal ya da kozmik sebeplerdendi; dolayısıyla önlenemezlerdi. İçine girdiğimiz bu sonuncusu ise, kul yapısı: Hayatın yeryüzü üzerindeki 3 küsur milyar yıllık o inanılmaz serüveninde ilk kez bir canlı türü, bir tür mega canavara dönüşüyor: Tüm canlılara hayat veren ortamı, yani iklimi kendisi tek başına değiştiriyor ve tüm öteki canlı türlerini de sonsuza kadar yokoluşa sürüklüyor – tabii kendisiyle birlikte!
Türkiye’nin Karnesi Sıfırlarla Dolu
Ya Türkiye? Onun karnesi nasıl? Ülke, küresel ısınmaya yol açan sera gazı salım artışlarında dünya birinciliğine, çevre koruma endeksinde dünya sonunculuğuna koşuyor; iklim politikaları konusunda da resmen sondan ikinci geliyor. Sonuncu kim? Boğaz’daki Sevda Tepesi’ne çevre dostu villalar yapacak olan Suudi Arabistan’ın zalim teokratik diktatörlüğü. Peki bu ülkenin iklim değişikliğine karşı uyguladığı politikaların sayısı kaç dersiniz? 0. Yazıyla: sıfır!
Türkiye, dünyada üç kıtanın ve üç denizin buluşmasının yarattığı benzersiz zenginlikte bir biyolojik yaşam çeşitliliğine sahip. Ne var ki, uluslararası araştırmalar, bu olağanüstü ortamın tam bir krizde olduğunu, “kalkınmacı büyüme saplantısı”nın başta su kaynakları olmak üzere tüm hayatı tehdit ettiğini net bir şekilde ortaya koyuyor. Ülkede canlılar âlemi çöküşe gidiyor.
Velhasıl, inşaat ve enerji sektörünün belirlediği hedefler doğrultusunda, ülke tarihinin gördüğü en büyük çevre yıkımı girişimine tanık olmaktayız. Bizzat yürütme ve yasamanın eliyle gelişen bir süreç bu. Bir gazetecinin deyişiyle, tek bir yasanın artık “dereleri, gölleri, ormanları, dağları, ovaları şirketlere peşkeş çekeceği” apaçık. “Kanun diye, kanun diye kanun tepeleniyor!” dediği bu olsa gerektir, şairin.
Bir başka yazarın deyişiyle “kalkınma/büyüme saplantısının insan, doğa ve medeniyet üzerindeki benzersiz saldırısı”na şahit oluyoruz. Vicdana ve akla, ilim ve irfana, hakkaniyete ve hukuka, görgü ve bilgiye, ve nihayet etik ve estetiğe karşı girişilmiş, misli görülmemiş bir topyekûn saldırı bu. Bir tasallut.
Böylece, ilerde nasıl olsa hiç kimseye hiçbir hesap vermeyecek politikacıların şimdiki birkaç yıllık ikballeri uğruna, henüz doğmamış kuşakların haklarını bile hunharca ayaklar altına aldığı bir doğa soykırımına tanık oluyoruz: Bir ekokırıma! Sadece tanık olmakla kalsak gene iyiydi belki: Ama müthiş bir kuşaklararası adaletsizliğe hep birlikte âlet oluyoruz üstelik ve buna da düpedüz suçortaklığı denir. Vebali altından kalkamayacağımız tarihî bir suçortaklığı.
İstemeden kendimizi içinde bulduğumuz bu atalet durumunun önemli bir sebebi “düşünsel tembelliğimiz” olabilir mi acaba: Dünyaya biraz olsun farklı bakmaya üşeniyor olabilir miyiz? Bakışımızı değiştirmemiz mümkün olabilseydi, bu dilsiz tanıklık ve suçortaklığı yerine, örneğin gözümüzün önünde duran, bu ülkede bolluğundan geçilmeyen o sonsuz güneş, rüzgâr ve jeotermal olanaklarını değerlendirip, kendimize farklı bir yol haritası çizemez miydik? Heyhat – acı kader. Ya da, cevabı esen yelde ey dost.
Yol Ayrımında İki Basit Gerçek
Sonuç olarak bu yol ayrımında iki temel ve basit gerçek önümüzde duruyor önümüzde: Birincisi şu: Son çeyrek yüzyılda bilim dünyasının küresel iklim değişikliği konusundaki bütün öngörüleri doğru çıktı – hem de elifi elifine! Hayatlarını bu büyük gizemi çözmeye adayan o cesur bilim insanları ne dedilerse hepsi oldu: fazlası var, eksiği yok. Çok ürkütücü bir durum tabii, ama o sahte tartışma ortamı da nihayet bitti diye rahatlatıcı bir yanı da yok değil hani. Ama şurası da kesin bir gerçek: Alarm çanlarının çın çın çalındığı an geldi çattı. Bundan daha âcil ne olabilir ki?
İkincisi, bir de trajik boyutu var işin: Elimizdeki teknoloji ve bilgi düzeyi, fosil yakıt çağının ötesine geçmemize olanak verecek, bizi bu muazzam krizden çıkarmaya yetecek düzeyde. Hemen sevinmeyelim ama. Çünkü, ne yazık ki, bunu yapamıyoruz! Bir avuç fosil yakıt ve enerji şirketinin, bir avuç zenginin hepimize biçtiği ve satın aldığı hükümetler ve parlamentolar eliyle sahneye koyduğu kaderi değiştirecek bilinç ve örgütlenme düzeyine bir türlü erişemiyoruz. Televizyon ve bilgisayar ekranlarının başına geçip, efsunlanmış bir halde reklam kuşaklarını ve dizileri seyredip, sonra da alışverişe koşuyoruz. Davranamıyoruz.
Harekete geçip, geniş bir kitle hareketi yaratabilmemiz için acaba ne olması gerekiyor şu dünya yüzünde? Kitabı Mukaddes ölçülerinde korkunç bir âfet mi? Yeni bir Nuh Tufanı mesela? Yoksa Zeus’un Olimpos’tan üstümüze yıldırım ve ateş yağdırması mı? Ama bunların hepsi oluyor zaten: 2010’da Pakistan’ın beşte biri (Türkiye’nin yüzölçümünden büyük bir alan) sel suları altında kaldı! 2011’de Tayland’da seller ülkenin milli gelirinin (GSYİH) yüzde 18’ini götürdü! 2012’de Colorado’yu cehenneme çeviren –halen devam eden – tarihî orman yangınlarında dünyanın en önemli iklim değişikliği araştırma merkezinin ve hava kuvvetlerinin binaları dahi boşaltıldı! Okyanuslarda büyük balık türlerinin sadece %10’u kaldı (yazıyla yüzde on!) ve denizler asitten ölüyor. Ve bu daha başlangıç!
Evet, hepsi oluyor bunların ve bizse bildiğimizi okuyoruz.
[ - “Ne okuyorsunuz efendim?”
- “Kelimeler, kelimeler, kelimeler.”]
Artık davranmak gerekli. Şimdi, öfkelenme zamanı artık. Dar zamanda kısa paslaşmalar zamanı. Siyasi liderleri, onların toplantılarını, konuşmalarını, boş laflarını bitirmelerini, şirketlere sonsuz hizmet sunmalarını, kalkınma mavallarını bekleyecek vaktimiz yok. Vaktimiz de yok, halimiz de.
Çok kısa süre sonra çok daha büyük, adeta kozmik boyutta bedeller ödememek için, şimdi bazı kişisel bedelleri ödemeyi peşinen kabul etmek gerekli görünüyor: Sokaklara çıkmak, gösterilere katılmak, yurtta ve cihanda ekokırımcılara “savaş” açmak, daha önce bu mücadeleye girişen cesur ve fedakâr aktivistlere; kendi derelerini, topraklarını, havalarını canları pahasına savunmaya girişen sıradan insanlara omuz vermek ve evet, gerekirse gözaltına alınmayı filan da göze almak zorundayız.
Çünkü, basit: Dünyanın önde gelen iklim yazar ve aktivistlerinden birinin dediği gibi, aksi takdirde, ihtiyacımız olan çözümlere, yani hepimizin en azından yirmi yıldır gayet iyi bildiği çözümlere asla ulaşamayız – önce bu büyük kitle hareketini yaratmayı başaramazsak.
Davranalım mı o zaman?
01 Temmuz 2012, Açık Radyo