20. yüzyılda kapitalizm dizginsiz bir biçimde büyüdü, yayıldı ve aynı zamanda defalarca insanlığın gelişiminin önüne bir engel olarak dikildi. Tüm ekonomik krizlere, savaşlara ve soykırımlara rağmen; bu dönemde dünya nüfusu 4 kat, ekonomik üretim 22 kat ve fosil yakıt tüketimi 14 kat arttı.
Bu eğilimin devam edeceği ve 2050 yılına kadar nüfusun 9 milyara ulaşacağı, dünya ekonomisinin ise 4 kat daha büyüyeceği tahmin ediliyor. OECD'nin "Yeşil Büyüme Stratejileri – Enerji" adlı raporuna göre, ciddi bir politika değişikliğine gidilmediği takdirde, bu durum dünyadaki enerji kullanımını %80 arttıracak. Böylesi bir gelişmenin çok boyutlu etkileri olacağı aşikâr. Özellikle enerji sektörünün evrimi, iklim krizinin geleceğini tayin edecek.
Enerji sektörü, hem kendi içinde çok büyük ekonomik değer ifade ediyor hem de diğer sektörlerin enerjiye bir biçimde bağımlı olması sebebiyle küresel kapitalizmin büyümesini garanti altına almak için kritik bir öneme sahip. OECD, 2035 yılına kadar dünyada şu an var olan 4957 gigawatt kurulu kapasitenin yanına (2009 verisi), 5900 GW daha ekleneceğini öngörüyor. Ayrıca, var olan kapasitenin 2000 GW'lık bölümü de ömrünü tamamlayacağı için yenilenmek durumunda. 2011 yılından 2035 yılına kadar enerji sektörüne yapılacak toplam yatırımın ekonomik büyüklüğü 16,9 trilyon $ olarak tahmin ediliyor (yılda ortalama 675 milyar $). World Energy Outlook 2011 Raporu'nda, yeni yapılacak enerji santrallerinin yüzde 60'ının yenilenebilir kaynakları kullanacağı ifade ediliyor.
İnsan bu büyük rakamların yanında kendini küçük ve çaresiz hissediyor. Ancak bu tablonun, hele de dünya ekonomisinin durma noktasına geldiği bu dönemde, küresel kapitalizmin iştahını kabarttığından emin olabilirsiniz. Daha çok nüfus daha çok müşteri, daha çok tüketim, daha büyük piyasalar ve daha çok kâr demek!
İklim krizi, biraz da bu pasta üzerinden yürüyen kavgalar nedeniyle kolaylıkla çözülemiyor. Ülkeler, teknolojik riskler, yeni teknolojilerin nispeten yüksek bedelleri gibi gerekçelerle yenilenebilir enerjiye ilk yatırım yapanlar olmaya pek gönüllü değil. Dünyada her yıl 1,4 milyon insanın evlerde kullanılan kalitesiz yakıtlardan çıkan duman nedeniyle ölmesi, şirketlerin ve hükümetlerin bir yatırım kriteri olmadığı için göz ardı edilebiliyor!
Ekonomik krizlerin olduğu gibi iklim krizinin de hesaplanmış bir 'maliyeti' var. OECD, iklim değişikliğini kabul edilebilir seviyede tutmak için her yıl ekonomilerimizin yüzde 0,2 kadarından, 2050'ye kadar ise toplam yüzde 5,5'inden vazgeçmemiz gerektiğini söylüyor. Çeşitli uluslararası kuruluşların ve ekonomistlerin uyarıları, önlem almadan daha fazla beklenirse maliyetin de daha çok olacağı yönünde.
Peki, bu maliyeti kim karşılayacak? Şirketler mi, yoksa her krizde olduğu gibi yoksullar ve çalışanlar mı?
Geçen haftalarda Davos'taki Dünya Ekonomik Forumu'nda yapılan iklim finansmanı tartışmalarına bakılırsa, maliyet yine çalışanlara ve iklim krizinin kurbanlarına çıkarılacak. "Yeşil büyüme için özel finansmanın önünü açmanın yolları ve araçları" alt başlığıyla hazırlanan "Yeşil Yatırım Raporu", kamu finansmanının, yeşil yatırımların sermaye maliyetini ve risklerini azaltacak şekilde konumlandırılmasını talep ediyor.
Dünyanın başına neoliberalizm belasını saran Davos, bu kez de iklim krizinden nasıl kârlı çıkacağının hesabı içinde.
Erkin Erdoğan
This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.
Kaynak: http://marksist.org/