Marx ve Engels, Manifesto’da kapitalizme değinirken, Sihirbazın Çırağı’nı hatırlatıyordu. Biraz aklı başında olan herkes için, sorunlarımızın çözümü, küresel ölçekli ekolojik ve toplumsal bir devrimde yatıyor.
Ekoloji üzerine çalışmalarıyla tanınan Monthly Review editörü, toplum bilimci Profesör John Bellamy Foster ile Steva da Silva'nın gerçekleştirdiği bu söyleşide Marksizm ve ekoloji, ekolojik mücadelenin önemi, kapitalizmin krizleri ve dünyadaki ayaklanmaların toplumlar üzerinde ekolojiye bakış açısından nasıl bir etki bıraktığı gibi konular tartışılmıştır. Bu söyleşi, Monthly Review dergisine bağlı http://mrzine.monthlyreview.org sitesinde yayınlanmıştır.
»Geçtiğimiz on yıl içerisinde radikal ekolojiyle Marksist geleneği sentezleyen en önemli düşünür olarak öne çıktınız. Marx'ın Ekolojisi'nden (2000) Ekolojik Yarılma'ya (2010) kadar ve aradaki öbür çalışmalarla, Marx'ın özgün fikirlerindeki gözden kaçan ekolojik içeriğin yeniden keşfedilmesi için gereken entelektüel çalışmanın çoğunu yürütüp, bize Marx'ın belki de birçok Marksistin farkında olmadığı yanını sundunuz. Aynı zamanda, özellikle ekolojiyle ve türümüz ile dünyanın karşı karşıya olduğu eşi benzeri olmayan ekolojik krizlerle alakalı olarak bir 21. yüzyıl diyalektik materyalizmi geliştirdiniz. Karşı karşıya olduğumuz ekolojik krizleri kısaca özetleyip "metabolik yarılma" kavramını ve kapitalizmin geçmekle tehdit ettiği ya da halihazırda geçtiği "gezegensel sınırlar"ı açıklayabilir misiniz?
Stockholm Resilience Merkezi'inden Johan Rockström'ün önderliğindeki bilim insanları, medeniyetlerin yükseldiği jeolojik holosen evre ile tanımlanan dokuz "gezegensel sınır"dan bahsediyor. Geçtiğimiz ya da henüz geçmekte olduğumuz bu dokuz sınır şunlarla alakalı: iklim değişikliği, okyanus asitlenmesi, ozon tabakasının yok olması, biyolojik çeşitliliğin kaybolması (ya da türlerin yok olması), nitrojen ve fosfor döngülerinin bozulması, arazi örtüsünün kaybolması, kaynak sularının tükenmesi, aerosol birikmesi ve kimyasal kirlilik. Bunu, dünya sistemini yöneten biyokimyasal döngülerde gelişen çeşitli yarılmalar olarak görebiliriz. Doğa ile toplum arasındaki metabolizmadaki (ya da doğanın evrensel metabolizmasındaki) yarılma kavramı, kapitalist tarımın, Marx'ın insanlar ile doğa arasındaki metabolik etkileşim olarak tanımladığı, kapitalizm altında oluşan emek ve üretim süreçlerini, toprak besinlerinin bir daha toprağa geri dönemeyerek kentsel kirliliğe yol açacakları şehirlere yiyecek ve lif olarak taşınması yoluyla nasıl bozduğuna dair bir teori sunduğu Kapital'e dayanmaktadır. Toplumsal metabolizma kavramını ortaya koyup bu kavramı yeryüzü metabolizmasına bağlayan Marx'ın buradaki yaklaşımı, sonra gelen bütün ekolojik sistem teorisiyle bizim ekolojik kriz anlayışımızın yapısını öngörmüştür. Bilim, içinde bulunduğumuz mevcut küresel ekolojik açmazı temel olarak bu kavramlarla anlamaya başlamıştır.
»Eylül 2013'te Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli'nden (IPCC) yüksek düzeyli bir iklim değişikliği raporu geldi. Bu raporda sunulan bulguları nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizin çalışmanızdaki aciliyet hissi bu raporda da var mı? Çalışmanızda ortaya koyduğunuz tahmin ve hesaplamalar bu yeni IPCC raporunda doğrulanmış, önemsiz gösterilmiş ya da sorgulanmış mı?
Daha önceki raporlarla karşılaştırdığımızda, yeni IPCC raporundaki en önemli gelişme, bir trilyon tonluk karbon salımı üzerinden hesaplanan karbon bilançosunun oluşturulmasıdır. Bu da, ortalama dünya sıcaklığının geri dönüşü olmayan bir şekilde 2° C artacağı noktadır. Monthly Review'de son üç senedir aynı verileri kullanarak gezegensel aciliyet analizimizi bir trilyonuncu ton üzerinden yapıyorduk. Bu da sorunu bilimsel yazınla aynı doğrultuda nasıl ifade ettiğimizle uyuşmaktadır. Mevcut salım oranlarıyla karbon bilançosu 2040 dolaylarında tükenecek (bir trilyonuncu tona ulaşacağız). Yani, karbon salımını hızlı bir biçimde düşürecek bir yol bulmak çok büyük bir aciliyet. Özellikle kalan kısa zaman zarfını düşündüğümüzde, bunu yalnızca teknolojik araçlarla başaramayacağımız açık. Doğal kaynakların korunması, toplumsal ilişkilerde değişimler ve nüfusun seferber olması gerekiyor. Tyndall İklim Araştırmaları Enstitüsü'nden Kevin Anderson, ekonomik büyümeyi askıya almamız gerektiğini söylüyor; kapitalist bir toplumda düşünmesi zor bir şey. Elbette toplumsal önceliklerimizde bir devrime ihtiyacımız var.
»Şunu merak ediyorum, çalışmanızı kimler daha çok kabul etti, radikal çevreciler mi, yoksa Marksist, sosyalist, komünistler mi? Radikal çevrecilerin, diyalektik materyalist analiz ve bunun tarihsel sosyalist ve komünist sonuçlarını benimsemesi mi daha kolay olur, yoksa sosyalist ve komünistlerin ekolojik krizin vahametini anlayıp programlarını, stratejik yönelimlerini değiştirmesi ve buna göre örgütlenmesi mi? Bir de, sizce sınıf mücadelesi destekçileriyle çevrecilerin arasındaki uçurum daralıyor mu?
Benim yazdığım Marx'ın Ekolojisi kitabı ile Paul Burkett'in Marx ve Doğa kitabında sunulan yorumlara ve Marx'tan aldığımız, artık metabolik yarılma teorisi diye bilinen şeye bütün bu bahsettiğiniz gruplardan geniş tepkiler geldi. Marksistler için geriye kalan en büyük engel, Batı Marksizminde uzun süredir eleştirilen "doğanın diyalektiği" meselesiyle ilgili. Lukács'ın Tarih ve Sınıf Bilinci kitabını takiben diyalektiğin doğaya değil de, yalnızca topluma uygulandığına dair tartışmalar yaşandı. Bu konum, Batı Marksistlerinin doğa bilimlerini ve dış (insan olmayan) doğayı büyük ölçüde göz ardı etmesine neden olmuştur. Lukács, daha sonraki çalışmalarında bu ikilemden kurtulmanın bir yolunu sundu. Nitelikli, materyalist bir doğa diyalektiğine ulaşmanın anahtarının, Marx'ın doğa ile toplum arasındaki metabolik etkileşim olarak emek sürecine yaptığı vurguda bulunacağını belirtti. Bu yüzden, Marx'ın toplumsal metabolizma kavramı, ontolojik, epistemolojik ve ekolojik olarak asli bir öneme sahip olacak şekilde Marksist teori içerisinde daha geniş bir eleştirel sentez sunarak yeniden düzenlendi. Bu konuyu, 20 Ekim'de Stockholm'de yaptığım bir konuşma sırasında tartışmıştım, daha derli toplu bir halde Monthly Review'in Aralık 2013 sayısında "Marx ve Doğanın Evrensel Metabolizmasındaki Yarılma" başlığıyla yayımlanacak.
»Çevrecilerle solcuları bir yana bırakırsak, son yıllarda ekolojik krizlerle ilgili genel olarak insanlar arasında bir bilinç değişikliği gözlemlediniz mi? Kanada'da Alberta'daki katranlı kumların neden olduğu yıkımla ilgili olarak kesinlikle yükselen bir farkındalık var. Bu durum, yerli ve yerli olmayan halkları birleştirerek, kendisini kesişen ve köprü olan halk direnişinde gösteriyor. Önemli bir gelişme bu. Katrina ve Sandy fırtınalarını düşünürsek, ABD'deki insanların ekolojik meselelerle ilgili olarak bilinç düzeyinden bahsedebilir misiniz? Yoksa mevcut yükselmekte olan çevreci akımlarda, "benden uzak olsun da, olursa olsun" gibi bir yaklaşım mı var?
Eylül 2013'te Monthly Review'de bu meselelerle ilgili "Fosil Yakıt Savaşları" adında bir makale yazmıştım. Karbon bilançosunun kırılmasının engellenmesini istiyorsak, katranlı kumları ve geleneksel olmayan yöntemlerle çıkarılan fosil yakıtları engellememiz gerektiğini anlayan birçok çevreci aktivist var. Alberta'daki bütün katranlı kum petrollerini kullanacak olursak, geri dönüşü olmayan o noktayı geçip kontrolümüzün dışında gerçekleşecek yıkıcı sonuçlara neden oluruz. Bu nedenle, Kuzey Amerika'da Keystone XL Boru Hattı'na karşı çıkmak için çetin bir savaş veriliyor. Kanada'da direnişin öncülüğünü ilk olarak yerli halkların başlattığı, daha sonra çevresinde daha geniş bir ittifak oluşturan Idle No More hareketi yapıyor. Bu öyle "benden uzak olsun da" gibi bir yaklaşımı olan bir hareket değil; gerçek bir başkaldırı. Yine de önünde çok büyük engeller var elbette. İnsanlar hâlihazırda, Keyston XL Boru Hattı'na önemli noktalardan olan güney ayağında karşı çıkıyor.
»Latin Amerika'daki Bolivarcı devrimden Arap Baharı'na, son yıllarda dünyayı saran kitlesel hareketlerle toplumsal başkaldırıların ne düzeyde bir "ekolojik yarılma" bilinci geliştirdiğine dair bir fikriniz var mı?
Buna işaret eden bazı şeyler var. Uluslararası köylü hareketi La Via Campesina'nın, bazı çalışmalarında metabolik yarılma kavramını kullandığını düşünüyorum. Bolivya başbakan yardımcısı Álvaro García Linera, ekolojik meseleleri tartışırken Marx'ın metabolizma kavramına dikkat çekmişti. Marx'ın toplumsal metabolizma kavramı, ağırlıklı olarak István Mészáros'un çalışmaları yoluyla Venezüella ve Brezilya'daki entelektüel tartışma ve hareketlerde önemli bir rol oynadı. Samir Amin, Marx'ın ortaya koyduğu zenginlik ve değer ayrımını, Senegal'de düzenlenen World Forum for Alternatives'de [Alternatifler için Dünya Forumu] ilerleyen ekolojik tartışmanın bir parçası olarak vurgulamıştır. Çin'de ekolojik Marksizm tartışmalarının merkezinde metabolik yarılma kavramı bulunuyor. Bu tartışmaların ne kadarının küresel olarak hareketlerin içerisine süzüldüğünü gerçekten bilmiyorum. Ama, materyal-ekolojik şartları daha fazla birleştirici bir bakışı hedefleyen konuştuğumuz bu teori biçimi, mesela iş yeri ile çevre arasındaki geleneksel ayrımları silen bu teorinin kendisi, karşı karşıya olduğumuz vahim şartların ve zamanımızın ekonomik ve ekolojik krizlerinin çakışmasının kısmen yansımasıdır.
Marx'ın klasik ekoloji eleştirisinin bu bağlamda yeniden keşfedilmesi, böyle bir analizin yapılma nedeninin günümüzün gezegensel aciliyeti olduğu gerçeğini değiştirmez. Maddi varoluşu kendiliğinden sağlam olan her şey görünüşe göre eriyip gidiyor; insanlar sonunda bütün bir çağın vahim şartları ve çelişkileri ile yüz yüze kalmak zorunda kaldı. Şu anda gördüğümüz şeyin, mücadelenin kaynağını eşit bir şekilde hem fabrikalardan hem de toplumdan aldığı erken sanayi devrimini anımsatan yeni çevreci bir emekçi sınıfın ortaya çıkışı olması ve bunun, Mısır, Brezilya, Türkiye ve Çin gibi yükselen ekonomi ülkelerinde artan huzursuzluğa katkı sağlaması şaşırtıcı bir şey değil.
»Yeni kitabı Catastrophism'de (2013) Sasha Lilley ve diğerlerinin ortaya koyduğu görüşte felaket söylemlerinin sola yarar sağlamaktan ziyade zarar verdiği söyleniyor. Elbette, kıyamet günü ve apokaliptik senaryolar, Hollywood'daki kıyamet konulu türlerden tutun da sağ liberteryenizmin ürettiği gitgide hâkim bir hale gelen komplo teorilerine kadar kapitalist-emperyalist Kuzey Amerika'nın kültürel aygıtlarında yaygınca kullanılıyor. Bu durum felaket söylemlerinin gerici bir ideolojik biçim olarak kullanıldığına işaret ediyor. Diyalektik materyalistler olarak, kıyamet kuramının karşı durduğu yenilgiyi kabul etme, kayıtsızlık ve çaresizlik bilincini, ufuktaki gerçek ekolojik krizlerin önemini göz ardı etmeden nasıl atlatabiliriz?
Aynı zamanda, Lilley ve diğerlerinin çalışmasında 'kıyametçi' yaftasından kurtulsanız da, çalışmalarında sizin sunuş biçiminize üstü kapalı eleştiriler var gibi duruyor. Onların 'kıyametçilik' sunumunu ve soldaki felaket tellallığının çıkmaz bir strateji olduğu görüşlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sağ siyaset, çevreci hareketle bilimsel topluluğa saldırmak için 'kıyamet kuramı'nı öne sürdü. Sol siyasetin hiçbir yerinde kıyamet kuramı diye bir şey yoktur; aksi, terimlerde bir çelişkiye neden olurdu. Avustralya'daki Yeşil Sol gazetesinin sloganı "Sistem Değişsin, İklim Değişmesin"dir. Eğer doğayla olan ilişkilerimizi değiştirmezsek, gezegen olarak felakete neden olacak gelişmelere doğru ilerlediğimize dair küresel olarak bilimsel bir fikir birliği var. Bunu inkâr etmek bilimin kendisini ve bildiğimiz gerçekliği inkâr etmektir. Dünya bilimsel topluluğunun yaptığı gibi, mevcut iş düzeni doğrultusunda devam edersek bazı belirli gezegensel facialarla karşı karşıya kalacağımızı ileri sürmek yalnızca bu düzenin değişmesi gerektiği konusunda ısrar etmektir.
Son zamanlarda çevresel bir 'kıyamet' söyleminden kaçınmamız gerektiğini söyleyen sol kesimdeki az sayıda kişiler, çevresel sorunları ilk kez ciddiye almaya başlayan, ancak krizin ciddiyetini kabul etmeye hâlâ isteksiz duran ya da bir nedenden ötürü bu ciddiyeti inkâr eden kişiler gibi görünüyor. Bu yüzden, ilk tepkiler bütün bunların abartıldığını, ya da bunun yerine insanlar donup kalıp, eyleme geçemeyeceklerinden dolayı bu alanda insanlara gerçekleri söylemekten kaçınılması gerektiğini söylemek oluyor. Ama krize karşılık olarak halkın eyleme geçmesini gerçekten zorlaştıran şey, son zamanlarda ortaya atıldığı üzere sözde 'kıyametçilik'in hareketsizleştirme gücünden ziyade, şu an her aşamada ve mümkün olan her araçla, ihtiyaç duyduğumuz sürdürülebilir bir toplum yapısına radikal bir geçişin önünü kesen kapitalizmin kendi iktidar yapılarıdır.
Sol kesimde beni anlamsız bir 'kıyametçilik'e kapılmakla suçlayan tek bir olay biliyorum. Arkadaşım Jason Moore'un Köy Çalışmaları Dergisi'nin Ocak 2011 sayısında "Metabolik Yarılmanın Ötesine Geçmek" adı altında yayımladığı bir makale bu. Şöyle diyor: "Hızla patlak veren çelişkilerin yakınlaşmasını tanımlayan bir kapitalizm teorisisin kıyametçiliğe boyun eğmesine gerek yoktur. (Foster'ın çalışmasının içine sızmış, görünmez bir kelime)." Bu beni epey şaşırtmıştı, çünkü geçen yıllan boyunca 'kıyametçilik' kelimesini kullandığımı hiç hatırlamıyordum, elbette son zamanlarda gelen böyle eleştirilere cevap vermek dışında. Bu anlamda, eğer toplum belirli bir yolu takip etmeye devam ederse meydana gelebilecek olası felaketlerden bahsetmek ile, hem de amaç bunu değiştirmek iken, 'kıyametçilik' denen şey ya da bütün umutları boşa çıkaran bir konum arasında kalın bir çizgi çekmeyi tercih ederim. Bence insanlık tarihinde ilk kez, 1945'te Hiroşima'da başlayıp o zamandan beri yeryüzünün biyokimyasal döngülerinin bozulmasıyla, insanlar, bir tür olarak kendilerini ve bildiğimiz uygarlığı yok edecek bir olası durumun şartlarını yarattılar. Bu çıkarım, modern bilimin en korkutucu keşiflerinden biridir. Başka hiçbir şey, tarihsel materyalizme bu şartları inkâr etmekten daha fazla karşı çıkamaz.
Çevreci bir emekçi sınıf için şartlar oluşuyor
- Sosyalist/komünist stratejinin daimi sorunu her zaman, kapitalist emperyalizmi oluşturan geniş toplumsal çelişkilerin üzerine gitme yönünde insanları harekete geçiren ilerici bir temelde, insanları etrafında toplayabileceği somut mücadeleler tanımlamak olmuştur. "Ekolojik yarılma" etrafında toplanmanın sorunu da var olan tehdidin, eşit şekilde hem uzak hem de anlaşıldığı üzere soyut olması gibi duruyor. Yıllar geçtikçe meydana gelen aşamalı küçük değişiklikler, "bardağı taşıracak son nokta"nın ardından gelecek olan gerçek felaketleri yeterince açık göstermiyor gibi. Daha güçlü bir ekolojik bilinç yaratmak için, müdahale edilen ya da yararlanılması gereken noktaları nerede görüyorsunuz?
Ben o kadar da uzak olduğunu düşünmüyorum. Bu ekolojik yarılma artık her yerde görünür durumda. Bilimin nedenini iklim değişikliği olarak gördüğü aşırı hava olayları dünyanın her yerinde. Su kıtlığı, mahsul kıtlığı, ormanların yok edilmesi, biyolojik çeşitliliğin azalması, küresel toprak satın alımları yaygın gerçekler haline geldi. Aynı zamanda, sistem artık daha açgözlü bir şekilde, hidrolik kırılma, denizde aşırı derinliklerde yapılan petrol sondajı, katranlı kumlardan petrol çıkarılması gibi yöntemlerle fosil yakıt arayışında. İnsanların hayatları vahim bir şekilde etkileniyor; bütün dünyada sayısız insan mücadelenin içerisinde. Benim savunduğum şey, yeryüzünün maddi durumun ve dünya ekonomisin dünyanın dört bir yanında temellerinin sarsıldığıdır. Bu da çevreci bir emekçi sınıfının ve daha geniş devrimci bir mücadelenin ortaya çıkması için gereken şartları oluşturuyor. Beklendiği üzere bu mücadele küresel Güney'de daha başkaldırıcı bir konumda, ama eğer başarmak istiyorsak bunu gezegenin her yerinde evrenselleştirmeliyiz. Bu bağlamda Marx'ın metabolik yarılma kavramı yararlı olacaktır, çünkü bize bu krizin yapısal olarak kapitalizmin kendisiyle ilişkili olduğunu anlamamıza yardımcı oluyor.
»Son sorum genelleşmiş uluslararası tekelci kapitalizmin uzakta beliren krizleri kendi sistemini güçlendirecek şekilde karşılama kapasitesiyle ilgili olacak. Geleneksel olmayan petrol kaynaklarının kullanımındaki artıştan Monthly Review'in Eylül 2013 sayısında bahsettiniz; bizi "karbon uçurumu"ndan daha da hızlı bir şekilde fırlatacak, eninde sonunda sürdürülemeyecek bir yol haritası. Peki ya nükleer enerji? Kapitalizm termodinamiğin ikinci yasasından kaçamaz; evrendeki enerji düşük entropiden yükseğe doğru tek bir yönde ilerler, ama görünüşe göre kapitalizm enerji kaynaklarını başka yepyeni bir düzeyde kullanmaya gayretli. Nükleerle ilgili olasılıklarla riskler nedir? Kapitalizmin yeni "teknolojik çözüm" alanı burası mı?
Nükleer enerji, birtakım iklim bilimcileri tarafından karbon sorununa kısmi bir çözüm olarak destekleniyor. Geçmişte bu yönde atılan bütün adımları Faust pazarlığı olarak adlandırmıştım. Bu yönde gitmek kendi mezarımızı kazmak olur. Dante'nin Inferno'sunda cehennemin girişindeki tabela aklıma geliyor: "İçeri girenler, dışarıda bırakın her umudu." Ama doğrusunu isterseniz, karbon salımları meselesi varken nükleer enerji gerçekten söz konusu olamaz. Bir nükleer enerji santralinin kurulup çalışmaya başlaması için çok uzun bir süre gerekiyor, bu santraller bildiğiniz gibi çok pahalı ve birçok güvenlik sorununu da beraberinde getiriyor. Bütün dünyada nükleer enerjinin on misli bir küresel genişlemeyi bir hayal edebilir mi? Basit gerçek şu ki, karbon bilançosunu aşmaktan kaçınmaya çalışıyorsak, o yönde gidecek kadar yeterli zamanımız yok. Gerçek yanıtlar; toplumsal ilişkilerin dönüşümünü gerektiren, büyük ölçekte doğal kaynakların korunmasını sağlayacak alternatif, karbon içermeyen enerji kaynaklarıdır. Tabii ki, kapitalizm bu yönde gitmeyecek. Son çare "teknolojik çözüm" teşebbüsü olarak jeolojik mühendislik doğrultusunda ilerlemesi daha olası gözüküyor. Marx ve Engels, Komünist Manifesto'da kapitalizme değinirken, Sihirbazın Çırağı'nı hatırlatıyordu. Biraz aklı başında olan herkes için, sorunlarımızın çözümü, küresel ölçekli ekolojik ve toplumsal bir devrimde yatıyor. İnsanlık bir bütün olarak bir kez daha tarihe girmek zorunda.
Çeviren: Özgün Dede
Kaynak: Birgün