Her hayatın kendine ait bir hafızası var. Son film şeridi oynamaya başladığında kimsenin kareleri başkalarınınkine benzemez ancak benzer kareler de yok değildir. Ortak hafıza dediğimiz aslında bu benzer karelerdir. Tıpkı, 28 Nisan 1986’da, iki gün önce olan Çernobil kazasının dünyaya gecikmeli de olsa duyurulması sonucu, olaydan haberdar olan ailelerin televizyonları başındaki şaşkınlığı gibi. Ya da Mayıs ayıyla beraber Türkiye’ye doğru hareket eden radyoaktif bulutların çayı, fındığı ve sütü vurmasıyla yaşanan haklı paniğin kareleri gibi. Bugün bu kareler, yaşı 20 yıl öncesini anımsamaya uygun olan herkesin ortak hafızasında yer alıyor.
Tarihin en ölümcül nükleer kazası 26 Nisan 1986’da bugünün Ukrayna’sının sınırları içerisinde kalan Çernobil santralinde olmuş, o zamanın Sovyetler Birliği yetkililerince gizlenmeye çalışılmış ama radyoaktif bulutların 28 Nisan’da İsveç sınırındaki dedektörleri çılgına çevirmesi sonucu tüm dünya tehlikenin farkına varmıştı.
29 Nisan 2006 tarihinde Sinop’ta toplanan ve Uğur Mumcu Meydanı’nı dolduran binlerce kişinin de ortak hafızasında artık benzer bir kare var. 2004 yılının sonlarına doğru yapılacağı açıklanan nükleer santraller için geçtiğimiz aylarda Sinop’un adının ilk yer olarak açıklanması 10 bine yakın insanı Sinop’ta tüm gün süren nükleer karşıtı mitingde birleştirdi. Türkiye’nin en kuzey ucu olan İnceburun’a yapılması düşünülen bu santrale karşı çıkan Sinoplular ve tüm Türkiye’den Sinop’a gelen nükleer karşıtları, Türkiye’nin gördüğü en büyük çevre mitinglerinden birine imza attı. Anlaşılan Karadenizli, yeşilinin üzerine 20 yıl önce yağan radyasyonu hükümet gibi unutmamıştı. Sinop’ta Başbakan Tayyip Erdoğan ve Enerji Bakanı’na kızgın bir kalabalık vardı ama daha da önemlisi hemen hemen her dükkan nükleer karşıtı afişler, balkonlar pankartlar, balıkçı takaları ise dövizlerle süslenmişti.
Saat sabah 11 sularında limandan yürümeye başlayan kortejler akşam 5’e kadar süren mitingin olduğu meydana aktı. Sinoplular korteje alkışlarıyla destek verdi, birçoğu beraber meydanın yolunu tuttu. Sinop Nükleer Karşıtı Platform içinde olmayan tek parti AKP idi. Odalar, sendikalar, çevreciler, yeşiller, anarşistler ve hepsinden önemlisi Türkiye’nin dört bir yanına göç etmiş Sinoplular hep bir ağızdan “Nükleere inat yaşasın hayat”, “Nükleer santral istemiyoruz” derken konuşmaların birçoğunda, Karadeniz deyince artık akla gelen kanser ve Çernobil eksik olmuyordu. Çernobil kazasının 20. yılında Sinop’a nükleer santral yapılmak istenmesi yine ortak hafızayı ortaya çıkarmıştı. Ben size kendi hafıza karelerimi aktarayım bakalım sizinkilerle ne kadar örtüşüyor? Hiç içmediğimiz kadar çok “kaçak çay” içmiştik o yıl. Annem, bakkal bakkal dolaşır eski tarihli çay paketlerini toplardı. Ama radyasyonun azman birşey olduğunu o günlerde anladık. Çaydan fındığa, fındıktan süte, sütten havaya dönüştü. Ne indi ne de cin ama onlar gibi hem görünmezdi hem de her yerdeydi. Askerlere, okullara fındık oldu dağıtıldı. Başta Trakya ve Doğu Karadeniz olmak üzere toprağa yağmur oldu düşüverdi. Büyük şair bir kez daha haklı çıkmıştı. Acayipleşmişti havalar, bir güneş, bir yağmur, bir kar. Atom bombası denemelerinden değil Çernobil’den diyorlardı ama sonuç aynıydı. Radyasyon yağıyordu ota, süte, ete. Umuda, hürriyete geçen yıl yitirdiğimiz Kazım Koyuncu’nun ve nice dostun, kardeşin üzerine. İşin garibi bu illeti görebilenler de görmezden geliyor, konuşmaya cesareti olan birkaç kişiyse susturuluyordu. Çünkü, Türkiye’nin son 40 yıldır neredeyse değişmeyen tek politikası olan nükleer santral kurma rüyası o günlerde de sıcaklığını koruyordu. Tarihin en büyük nükleer kazası yok sayılmalı, o güzelim planlar altüst olmamalıydı. Türkiye’de nükleer enerjiyle ilgili hemen hemen herşeyden sorumlu olan Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) halkı tehlikeye karşı uyaracağı yerde adeta bu görevi üstlendi. Bugün de olduğu gibi, aslında tarafsız kalması ve halkı olası sorunlarla ilgili olarak bilgilendirmekle görevli bu kurum nükleer enerjinin ne kadar güvenli ve ne kadar ucuz olduğunu anlatıyor, Çernobil kazasının Türkiye’nin nükleer planlarına mümkün olan en az zararı vermesine çalışıyordu. 1956 yılında kurulan Atom Enerjisi Kurumu’nun 1986 yılındaki başkanı Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre, çay içmenin tehlikeli olmadığını anlatmakla meşguldü ama bir yandan da TAEK, 30 Aralık 1986 yılında 58 bin ton çayın gömülerek yok edilmesi kararını alıyordu. Zamanın Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral ve Başbakanı Turgut Özal televizyonların ve fotoğrafçıların karşısında çay yudumlarken bir yandan da “radyasyonlu çayın” etkisiyle olsa gerek inanılmaz demeçler veriyorlardı. Aral, “Biraz radyasyon iyidir” diyor çayından bir yudum alıyor, bir çay gurusu olduğunu daha önce farkedemediğimiz Özal ise “Radyoaktif çay daha lezzetlidir” tespitinde bulunuyordu. Yetkililer ne derse desin, gerçek daha sonra ortaya çıktı. İngilizlerin bergamotlu, Türkiye’nin ise radyasyonlu çayı vardı artık. Önce inkar edildi, sonra itiraflar geldi. Ne yapılacağı konusunda kimsenin net bir fikri de yoktu aslında. Greenpeace’in 1996 yılında yayınladığı raporda da açıkça ortaya konduğu gibi ilginç yöntemler ortaya çıktı. Örneğin harmanlama tekniği; 1985 yılı çaylarla yeni hasat edilmiş çaylar harmanlanıp yeniden paketleniyordu. 30 Aralık 1986’da 58 bin ton çayın gömülmesi için karar alındı ancak bu karar Ocak 1998 yılında Resmi Gazete’de yayınlandıktan sonra yürürlüğe girdi. Depolarda bekleyen çaylar kaçırıldı. Dere kenarlarında bekletilenler suya, yakılan çaylardan çıkan radyoaktivite havaya karıştı. Yakma seçeneğinden vazgeçildi ancak tüm bu kargaşada 130 bin ton çay tüm Türkiye’ye afiyetle içirildi. İyi demlenmiş bir çayın radyasyon etkisini kaybettiğini öğrendiğimiz günlerde ODTÜ Kimya Bölümü’nden Dr. Olcay Birgül, Dr. İnci Gökmen, ve Biyoloji Bölümü’nden Dr. Aykut Kence, “Çayda Radyoaktivite Ölçümleri” adlı raporlarını hazırladı. Raporda, 1985 tarihli (bakınız harmanlama) bazı Çay Çiçeği paketlerinde yüksek radyoaktiviteye rastlandığı belirtiliyor, bulunan oranların bildirilen yüzde 3’ten çok daha yüksek olduğu ve yüzde 65’leri bulduğu açıklanıyordu. Bilinen eşik değerleri geçmek için her gün bu çayla demlenmiş 5 bardak “tavşan kanı”na ihtiyacınız vardı. Kaldı ki raporda da belirtildiği gibi radyasyonda eşik değer yoktu ve temel amaç mümkün olan en az radyasyona maruz kalmak olmalıydı. Raporu hazırlayanlar hamile kadınlar ve çocukların daha az çay içmeleriyle başlayan bir dizi öneride bulunuyordu ama sorumluların sesi daha gür çıkıyordu. Zaten bir süre sonra böyle raporlar hazırlamak ve sunmak da kontrol altına alındı. Radyasyonla ilgili sorularınızı artık yetkililere sormak zorundaydınız ama aldığınız yanıtlar pek tatmin edici olmuyordu. Hele de radyasyon düzeyleriyle ilgili rakamları sorduysanız şöyle yanıtlar alabiliyordunuz: “Radyoaktiviteyi bilmeyen halkım rakamı ne yapsın? Çernobil’le ilgili olarak benden başka kimsenin konuşmaması için emir verdim. Ben Osmanlı devlet geleneğinden geliyorum ve bu hiyerarşi anlayışını benimsiyorum”. (Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre, 6 Haziran 1986 TAEK Başkanı) Belki de bu hiyerarşi anlayışı yüzünden bugün, parmaklarımızı kaldırıp sorumluları gösteremiyoruz. Çernobil’in “hissedilir” etkisini yaşayan insanlar ve süreci yakından takip edenler, Türkiye’den kilometrelerce uzakta gerçekleşen bu kazanın bedelinin bu kadar ağır ödenmesinin arkasında kurulması düşünülen nükleer santrallerin pazarlaması olduğunu düşünüyor. Bugün yine nükleer santraller konuşuluyor ve yine aynı sorular soruluyor. O zaman olduğu gibi yine çayımız, sütümüz, hayatımız tehdit altında. Acaba bugün bize söylenenlerin ne kadarı doğru? Herkes nükleere mi koşuyor? Bugün, resmi bilim insanları ve hükümet yetkililerini dinlediğinizde tüm dünyanın nükleer enerjiden yana taraf olduğunu düşünebilirsiniz. Dünyada çalışan 443 nükleer olduğunu anlatanlar, 27 reaktörün de inşaa edildiğini söylüyorlar. Bu rakamlar doğru olmakla beraber, mercek altına alındıklarında ortaya daha farklı gerçekler çıkıyor. Ya da söylenenlerin eksik kaldığını görüyorsunuz. Örneğin, Uluslararası Atom Enerji Ajansı (UAEA)’nın 1974’te yaptığı tahmine göre 2000 yılına geldiğimizde dünyadaki tüm reaktörlerin kurulu gücünün 4450 gigavat(GW) olması bekleniyordu. Bugün nükleer enerjinin tüm dünyadaki kurulu gücü 369 GW dolaylarında. 2000 yılının üzerinden 6 yıl daha geçmesine rağmen dünyada, planlanandan 4080GW daha az nükleer santral kurulmuş durumda. Bu da nerden baksanız, UAEA’ının 4 bin adet nükleer santrallik bir tahmin hatası yaptığını gösteriyor. Sadece bu rakam bile birşeylerin yanlış gittiğini bize anlatmaya yetiyor aslında. Merceği biraz daha yaklaştırıp, gelişmiş ülkelerin çoğunlukta olduğu Avrupa’ya bir bakalım. Avrupa’da 1989 yılında 172 olan reaktör sayısı bugün 147. Çevrecilerin sıkça dile getirdiği ve belki de çoğumuzun bildiği kapatma kararları da nükleer enerjinin Avrupa’da eski günlerine dönemeyeceğini gösteriyor. Batı Avrupa’da ya da bir diğer adıyla Avrupa Birliği-15’de (AB-15) çalışır durumda bulunan santral sayısı 130. Şu anda yapımda olan bir tek santral var ve o da Finlandiya’da. Bunun dışında elektriğinin yüzde 78’ini nükleer santrallerden sağlayan Fransa’da nükleer enerjiden yana tavrını sürdürmektedir. Bunun arkasında Fransa’nın ilk petrol krizinden sonra nükleere geçme adı altında yapmış olduğu yanlış yatırımların yanısıra, nükleer reaktör üreten ve satan sayılı ülkelerden biri olması da yatmaktadır. Komşusu Belçika’da ise durum oldukça farlı. Yedi nükleer santrali olan Belçika, santrallerini en fazla 40 yaşlarına kadar çalıştırmayı ve daha sonra kapatmayı kabul etti. 2025 yılında Belçika’da nükleer santral kalmayacak. Almanya’da 11 Mayıs 2005’te kapanan Obrigheim reaktöründen sonra geriye 17 santral kaldı. Hükümet değişikliği ve Yeşiller’in koalisyonda kalmamasına rağmen Sosyal Demokrat’lar da kademeli olarak kapatma kararını destekliyor. Almanya, nükleerden vazgeçmeye 2007’de kapatacağı Biblis A reaktörüyle devam edecek. 2020’ye kadar petrole olan bağımlılığını sıfıra indirmeye, Kyoto Protokolü hedeflerine ulaşmaya ve aynı zamanda referandum sonucu aldığı nükleer santrallerini kapatma kararı alan İsveç zorlansa da bu hedefinden vazgeçmiş değil. 1999 yılında Barseback’taki ilk reaktörü, 2005 Haziran ayında ise ikincisini kapattılar. Nükleer enerjiye daha sert bir şekilde karşı çıkıp elini hızlı tutanlar da yok değil. İtalya Çernobil kazasından sonraki birkaç yıl içerisinde 4 nükleer santralin hepsini kapatırken, Avusturya, 1978 yılında Siemens yapımı reaktörünü hiç çalıştırmadan kapatmayı başararak geleceği gören nadir ülkelerden biri oldu. Norveç gibi nükleere hiç bulaşmayan ülkeleri saymazsak tabii. Bugün AB-15’de nükleer enerjiyi en çok konuşan ülke herhalde İngiltere. Blair’in nabız yoklamaları aslında kritik bir noktada bulunan İngiltere’deki nükleer endüstri için oldukça önemli. Ülkedeki 23 reaktörün yaş ortalaması 26 ve yeni bir santral yapılmazsa 2023 yılında İngiltere’de bir tek nükleer santral kalacak. Şu anda elektriğin yüzde 24’ünü sağlayan bu santrallerin yerine ya başka enerji kaynakları devreye girecek ya da yeni santraller yapılacak. Yenilenebilir enerji kaynakları olarak adlandırdığımız rüzgar, güneş, su, jeotermal, biyokütle ve dalga enerjisine yatırım yapılmaya başlanırsa nükleer endüstri bir pazardan daha olacak. Bu nedenle İngiltere’de yoğun tartışmalar yaşanıyor ve işin garibi, Muhafazakar Parti’nin lideri Michael Howard bile yeni nükleer santrallere sıcak bakmazken ortalarda dolaşan bir rakam nükleer enerjinin İngiltere’ye ne kadar pahalıya patladığını çok iyi özetliyor. Hükümete bağlı çalışan ve nükleer santrallerin sökümünden sorumlu birim (Nuclear Decommissioning Authority) ülkede yaklaşık 50 yıldır çalışan nükleer santrallerin sökülmesi ve ortaya çıkan radyoaktif atıkların kontrollü bir şekilde toplanması için 56 milyar Pound’a (yaklaşık 100 milyar dolar) gereksinim olduğunu söylüyor(1). Bu para İngiliz vatandaşlarından vergi olarak alınacak. İspanya Başbakanı Zapatero’nun seçim kampanyasında sıkça ülkedeki 9 (2) reaktörün kapatılacağını söylemesi ve iktidara gelmesi belki de bu yüzden. Dünyanın kuzeyi ya da gelişmiş ülkelerde durum pek farklı değil. ABD’de Bush’un nükleer planları var mı yok mu diye tartışmalar sürüyor ancak özel sektör nükleer santralleri karlı bir yatırım olarak görmüyor. Bu nedenle de 1973’te verilen son siparişin üzerine yenisi eklenmedi. Bugün nükleer santral yapan ülkeler nerede diye sorduğunuzda gözlerinizi Asya’ya ve eski doğu bloku ülkelerine çevirmek zorundasınız. UAEA’nın verilerine göre, inşaat halindeki 27 reaktörün 8 tanesi Hindistan, 4 tanesi Rusya, 3 tanesi Çin, 2’şer tanesi Ukrayna, Tayvan ve Bulgaristan’da. Arjantin, Finlandiya, Pakistan, Romanya, İran ve Japonya’da ise 1’er adet rekatör yapılıyor. Merceğimizi alıp yakından baktığınızda, Hindistan’da inşa edilen 8 reaktörün 6’sının 420MW’ın altında, 4’ünün ise 220MW’lık kurulu güçlerde olduğunu görürsünüz. Yatağan’daki termik santral(630MW) Hindistan’ın kurmaya çalıştığı 6 nükleer santralden de büyüktür. Hindistan’daki nükleer enerji daha çok askeri amaçlar için kurulan küçük santrallerdir. Pakistan’ın 300MW’lık santrali de yine hem askeri hem de ticari amaçlara hizmet vermek için kurulmaktadır. Yine 1981 yılından beri kurulan santraller listesindeki yerini koruyan Arjantin’deki Attucha-II santrali tam bir ibreti alemliktir. 25 yıldır bitirilemeyen bu santral, eğer bir gün tamamlanabilirse, herhalde dünyanın en yüksek fiyata elektrik üreten santrallerinden biri olarak tarihe geçecektir. Alınan kredileri ödemeye başlayan ama bir tek kilovatsaat (kWs) elektrik üretemeyen bu santral, ekonomisi belirsizlikler içinde olan ülkelerin nükleer enerji gibi pahalı bir yatırıma giriştiklerinde nelerle karşılaşabileceklerini gösterme açısından iyi bir örnektir. Kanımca, 2000 yılında son nükleer ihalenin iptal edilmesinde katkısı olan herkese teşekkür edilmelidir. O gün ihale iptal edilmeseydi, 2001 krizi sonucu Türkiye’nin Arjantin gibi ikinci bir “nükleer batık” ülke olması kaçınılmazdı. Nükleer enerji ne kadar ucuz? Çoğu kez unutulan bir gerçek nükleer enerji santrallerinin radyoaktif atıkları saymazsak ürettiği tek şeyin “elektrik enerjisi” olduğudur. Ülkelerin kalkınması için bir kilit nokta ya da halkın kültür seviyesini yükselten unsurlar olarak lanse edilmeye çalışılsalar da nükleer santraller aynı, hidroelektrik, doğalgaz, kömür ve rüzgar santralleri gibi elektrik üretirler. Bu nedenle de atlanılan önemli nokta nükleer santrallerin diğerlerine göre ne kadar ucuza ya da pahalıya elektrik ürettiğidir. Taraftarlarınca dile getirilen “Nükleer Rönesans”ın gerçekleşmesi de nükleer enerjinin ekonomik olarak diğer elektrik santralleriyle maliyet hesaplarında başedebilmesine bağlıdır. Bugün, bir kömür santrali ya da doğalgaz santralinde üretilen 1 kilovatsaat elektriğin kaça malolduğu, yakıtın fiyatına, işletme giderlerine, santralin verimliliğine bağlı olarak değişir. Çevre bilinci gelişmiş bazı ülkelerde bu hesaplara “harici maliyetler” ya da “çevresel/toplumsal maliyetler” de katılmaya çalışılır. Bugün çok konuşulan karbon vergileri de aslında bu tür bir hesaplamanın sonucudur. Örneğin Yatağan termik santrali sonucu, etrafında olan zeytin ağaçları zarar görmüşse, bu ağaçlardan normal şartlarda elde edilmesi beklenen gelir santralin maliyet hesaplarına eklenir. Böylece gerçek maliyetler hesaba katılmış olur. Kyoto Protokolü’nün iklim değişikliği için önerdiği mekanizmalardan biri olan “Emisyon Ticareti” de benzer bir mantıkla çalışır. Bu maliyetlerin hesabı nükleer santrallerde çok zordur. Nükleer sızıntı ya da kazanın getireceği toplumsal maliyetlerin hesaplanması oldukça zor olduğu gibi santrallerden çıkan ve binlerce yıl radyoaktif kalan atıkların ekonomik külfetinin nasıl hesaplanacağı ekonomistleri oldukça zorlayan konulardandır. Tüm bu belirsizlikler nükleer santrallerin maliyetlerini hesaplamayı zorlaştırsa da, daha kolay hesaplanabilir verilerle yapılan araştırmalar da nükleer enerjiye neden eskisi kadar sıcak bakılmadığını ortaya koymaya yetmektedir. 2003 yılında Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nün (MIT) “Nükleer Enerjinin Geleceği” raporu aslında nükleer enerjinin hangi koşullarda diğer kaynaklarla başedebileceğini araştırmak için yapılmış bir çalışmanın ürünü. Değişik senaryoların gözönüne alındığı çalışmada ortaya çıkan maliyet projeksiyonları oldukça ilginç. Nükleer santraller için ilk yatırım maliyetlerinin 1 kilovatlık kurulu güç başına 2000 dolara düşmesi ve işletme ve bakım giderlerinin üretilen her kilovatsaat için 1,5 sent olması durumunda ortalama maliyetin ne olacağı araştırılmış. Burada unutulmaması gereken, Finlandiya’da kurulan reaktöre verilen ve damping yapıldığı gerekçesiyle AB içinde mahkemelik olan santralin bile ilk yatırım maliyetinin 1 kilovat için 2310 dolar, bilinen en ucuz işletme ve bakım giderlerinin de 2 sent civarında olduğu. Bu hesaplamada biraz önce bahsettiğimiz çevresel maliyetler yer almazken, atıklar ve sökümle ilgili maliyetler de hesap dışı bırakılmış. Nükleerle karşılaştırılan doğalgazın ise fiyat artışı gözönüne alınmış. Aşağıdaki tabloda, bütün bu iyimser tahminlerle yapılan hesaplamalar sonucu, bir nükleer santralin 25 ve 40 yıl çalıştırılması halinde ortaya çıkan 1 kilovatsaat elektrik için üretim maliyetlerini ve kömür ve doğalgaz (yüksek fiyat senaryosuyla hesaplanmış) santralleriyle karşılaştırmasını bulabilirsiniz.
25 yıl 40 yıl
Nükleer santral 7,9 sent 7,5
Kömür santrali 4,8 4,6
Doğalgaz santrali 5,5 5,7
Future of Nuclear Power, MIT Nükleer enerji oldukça uzun deneyimleri olan ülkelere baktığınızda bu ekonomik tablonun sonuçlarını görebilirsiniz. Bugün örnek gösterilen Fransa’nın elektrik şirketi EdF’in nükleer santral kaynaklı borcu 30 milyar doları aşmıştır(3). Bir devlet politikası olarak 1973’teki petrol krizinden sonra benimsenen nükleer enerji politikası sonucu Fransa bugün bir Türkiye kadar, 40 bin MW’lık fazla güce sahiptir. Diğer ülkelere maliyetine elektrik satarak zararını kapamaya çalışan Fransa’da bazı nükleer santraller hafta sonları kapatılmaktadır. Çünkü elektrik ihraç edilen komşu ülkelerin sanayi tesisleri hafta sonu elektrik talep etmemektedir! Bugün 59 nükleer santrali olan Fransa ile 17 santrali olan Almanya’da elektrik fiyatları aynı seviyelerde seyretmektedir ama Türkiye’de açıklama yapan kimi yetkililer hala 2 sent’e elektrik üretildiğini iddia ettikleri nükleer santralleri hayata geçirmeye çalışmaktadır. Eğer Türkiye bundan sonraki enerji politikalarını nükleere dayandırma niyetindeyse, doğalgazdan sonra ikinci bir krizin de nükleer enerji yüzünden yaşanacağı açıktır. Kanada’da son 50 yılda nükleer endüstriye verilen sübvansiyonların miktarı 17,5 milyar doları bulmuştur(4). Türkiye, pahalı elektrikten bıkmış bir ülkedir ve enerji santrallerini sübvanse etmek yerine enerji santralleri tarafından sübvanse edilmeye gereksinim duymaktadır. Bugün bahsi geçen yenilenebilir enerji kaynakları içinde rüzgar enerjisinin kilovatsaat maliyetleri 4-6, hidroelektriğin 3-7, jeotermalin 4-7, biyokütlenin ise 5-12 sent arasındadır(5). Bu maliyetler ülkeden ülkeye görede değişmektedir. İşçiliğin ucuz olduğu ya da rüzgarın Türkiye gibi kuvvetli ve düzenli olduğu ülkelerde maliyetler daha da aşağıya inmektedir. Bozcaada rüzgar santrali yüzde 40’lara varan kapasite faktörleriyle Almanya ortalaması olan yüzde 20’lerin çok daha üstünde bir verimliliğe sahiptir. Bugün Almanya’da 19 bin MW’a varan rüzgar kurulu gücü varken Türkiye’de bu rakam 50MW’ta kalmıştır. 40 bin MW’lık toplam kurulu güç içerisinde binde 2’lere denk gelmektedir. Gelecek yıl 100MW’ın üzerinde bir yatırım daha eklenecek olmasına rağmen hala yenilenebilir enerji kaynaklarıyla ilgili ciddi planların eksikliği farkedilmektedir. Yenilenebilir enerji kaynakları, enerjinin startejik araçlardan biri olarak benimsendiği günümüzde, gerek teknolojisi gerek yakıta ihtiyaç duymayışıyla dışa bağımlı kaynaklara göre önemli avantajlara sahiptir. Bir başka avantaj ise istihdam yaratmaktaki üstünlükleridir. Bugün sadece Almanya’da yenilenebilir enerji kaynaklarında çalışan insan sayısı 150 binlere yaklaşmıştır. Tüm bunların üstüne nükleer enerjinin sosyal maliyetlerini de eklerseniz hesap kitap bilenler oldukça şaşırıyor. D.W. Pearce tarafından 1992 yılında yapılan ve hala referans gözterilen sosyal maliyetlerle ilgili çalışmada nükleer enerji için bu rakam 3-3,5 sent olarak gösterilmiştir(6). Kısaca, gerçek bir hesaplama ya da güvenlik önlemlerinde en yüksek standrtları uyguladığınız, atıklar için üst düzey önlem aldığınız santrallerde maliyetler yine kilovatsaatlik elektrik üretimi için 11 sent civarında olacaktır. Bugün pahalı denen rüzgar santrallerinde bunun yarı fiyatına hatta Türkiye’deki bazı noktalarda 4’te birine elektrik üretilmektedir. Pahalı doğalgazdan pahalı nükleere değil, enerji verimliliği ve yenilenebilir enerji kaynaklarına geçmek, katma değerleriyle birlikte düşünüldüğünde ekonomik olarak en doğru tercih olacak gibi gözükmektedir. Atık sorunu kaç bardaklık bir sorun? Nükleer enerji pahalı olmasının yanı sıra, “atık sorunu” gibi kelimenin tam anlamıyla “çözümsüz” olan bir probleme de sahiptir. TAEK’in verilerine göre Ortalama 1000MW gücündeki bir reaktör bir yılda 30 ton yüksek düzeyde, 300 ton orta ve 450 ton düşük düzeyde atık üretir. Atıklar, sadece tükenmiş yakıt çubuklarıyla sınırlı değil. İşçilerin giydiği elbiselerden, yarılanma ömürleri 24 bin yılı bulan plutonyuma kadar birçok farklı radyoaktif atık var. Plutonyumun radyoaktivitesini kaybedebilmesi için 10 yarılanma ömrüne ihtiyaç duyuluyor. Bu da size 250 bin yıl boyunca kontrol edilmesi gereken bir atık bırakıyor. Ya da 300 yıl kontrol altında tutulması gereken Stronsiyum-90 ve Sezyum 137 gibi. Bugün, nükleer enerjiyi savunanlar her ne kadar ve nasıl oluyorsa “bu sorun çözüldü” deselerde, gerçekte dünyada bu atıkların depolanması için varsayılan ve çalışan bir son depolama alanı yoktur. Bu konudaki projeler 50 yıllık geçmişi olan nükleer endüstri için varsayımlardan ibarettir. Özellikle yüksek seviyedeki nükleer atıkların camlaştırılıp yerin altında tuz madenlerinin yanına gömülmesi gibi planların bilimsel alanda büyük bir eksikliği göze çarpmaktadır. Bu teknolojiler hayata geçirilmemiştir ve binlerce yıl kusursuz alışacağı 50 yıllıık bir endüstrinin iyimser tahmininden öte birşey değildir. Bu nedenle nükleer reaktörlerin bulunduğu alanlar, bu ne yapılacağı bilinmeyen atıklarla dolup taşmaya başlamıştır. Kimse bu atıkları yanıbaşında istemediği gibi, yine plutonyum gibi maddeler teroristlerin hedefi haline geldiğinden başka bir tehlike arz eder hale de gelmiştir. Nükleer reaktörlerde yakıt olarak kullanılan çubuklar da yüksek seviyede radyoaktivite içerir ve bu atıkların da düzenli bir şekilde reaktörlerden alınması gerekir. Bu kullanılmış yakıt çubukları çoğu santrallerde su dolu havuzlarda soğutmaya alınır. Bağımsız uzmanlara göre, dünyadaki kullanılmış yakıt miktarı 2010’a gelindiğinde 322 bin tonu bulacaktır. Nükleer reaktör kaynaklı radyasyon sadece atık ve kazalar yoluyla da doğaya karışmaz. Prof. Dr. Hayrettin Kılıç, bu sorunu gayet iyi özetlemiştir: “Bir nükleer reaktör normal operasyonlar sırasında bile atmosfere ve kuruldukları yerlerdeki nehir, göl ve denizlere, düzenli olarak radyoaktif gazlar ve radyoaktif izotopları içeren soğutma sularını deşarj etmektedir. Buna ek olarak kullanılmış nükleer yakıt çubuklarının yeniden ayrıştırma tesislerine gitmeden, santral civarındaki havuzlarda soğutulması gerekmektedir. Bu tonlarca kullanılmış yakıt çubukları, bozunma ömürleri yüzbinlerce yıl olan, binlerce yeni radyoaktif izatop ihtiva eder.” Nükleer atık denildiğinde hep nükleer santrallerden çıkan atıktan bahsederiz ama aslında uranyum madenciliğinden başlayan tüm nükleer yakıt zinciri içinde radyoaktif atıklar üretilir ve birçoğu binlerce yıl boyunca tehlike yaratacak radyoaktif bir tarihi gelecek kuşaklara bırakırlar. 50 yıllık nükleer macera boyunca değişik öneriler konuşulup durulsa da, hala nükleer atıkları doğadan tamamiyle izole edilecek bir yöntem bulunabilmiş değildir. Enerji Bakanı Hilmi Güler, “5 kişilik bir ailenin 50 yıl boyunca kullandığı nükleer enerjinin atığının, bir bardak dolusu olacağını”(7) söylüyor. Bu gayriciddi açıklama, bir bardak nükleer atıkla evinde “nükleer turşu” kurmaktan başka çaresi olmayan bu 5 kişilik ailenin, 5 değil 5 bin nesil boyunca tehdit altında olacağını değiştirmiyor tabi ki. Nükleer santraller iklim değişikliğine çözüm mü? Sadece 1 kaza mı oldu? Zaten bu sorun ekonomik olmakdan çok etiktir, politiktir. Türkiye’nin sayılı nükleer mühendislerinden Prof. Dr. Tolga Yarman’ın yıllardır üstüne basa basa söylediği gibi nükleer enerji teknik bir zorunluk değil, siyasi bir tercihtir. Ekonimide ise
***************Kutular************************
Dünyanın en büyük rüzgar türbini (?)Fransa, Finlandiya ve Japonya (?)Sinoplu çocuk ve Annya Türkiye’nin nükleer tarihiTürkiye'nin büyük bir santral kurma projesi, ilk kez 1967-70 yıllarında ortaya çıkar. 300MW gücünde, 1977 yılında devreye girmesi planlanan bir santraldir bu. Ekonomik ve politik nedenlerle bu girişim sonuçlandırılamaz. 1974 yılında nükleer santral tekrar gündeme gelir ve beraberinde Akkuyu'nun (Mersin'den Alanya yönüne doğru 170 km.) adı da gündeme gelir. 1983'te çalışmaya başlaması planlanan 600MW'lık bu proje de sonuçlandırılamaz. Turgut Özal'ın yap-işlet-devret modeli, 30 sene ömrü olan nükleer enerjiye pek uymamıştır. Bu arada Sinop'un da adı muhtemel yerler arasında geçmeye başlar ancak UAEA’sından Akkuyu için lisans alınır. Ortada ne Çevre Bakanlığı, ne Çevresel Etki Değerlendirme raporu(ÇED), ne de Ecemiş fay hattıyla ilgili bir araştırma vardır. 1987'de TEK Nükleer Enerji Dairesi kapatılır. 1986 Çernobil kazası, 60 ve 70'li yıllarda dünyayı kurtaracak diye bakılmasına rağmen, risk ve maliyet hesaplarının tutmaması nedeniyle düşüşe geçen nükleer enerjiye son darbeyi vurur. Türkiye’deki geçmiş hükümetler halkın olan biteni unutacağını düşünerek 1992'ye kadar bekler. 1992'de 7 firmadan teklif istenir, 1994'te ise müşavirlik hizmeti için ihale açılır. 2000 yılında ise sonuçlanması beklenen ihale Temmuz ayında iptal edilir. Nükleer karşıtlarının çabaları, Ecevit hükümeti içindeki karasızlıklar ve ayyuka çıkan yolsuzluk-rüşvet söylentileri bu son macerayı da noktalar. 2004 yılında ise AKP hükümeti yine ani bir kararla nükleer enerjiyi yeniden gündeme getirir. Bu defa Sinop’un adı öne çıkmaktadır. Stronsium 90Acayipleşti havalar,bir güneş, bir yağmur, bir kar.Atom bombası denemelerinden diyorlar. Stronsium 90 yağıyormuş ota, süte, ete,umuda, hürriyete,kapısını çaldığımız büyük hasrete. Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm.Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,ya dünyamıza inecek ölüm. Nazım Hikmet16 Mart 1958, Varşova - Şvider Herşeye rağmen gerçekleri arayan bilim insanlarıÇernobil felaketinden 8 yıl sonra ”Türkiye’nin Karadeniz Kıyılarında Çernobil Radyoakivitesi” adlı rapor, ODTÜ KimyaBölümü’nden İnci G. Gökmen, M. Akgöz, A. Gökmen tarafından yazılmıştır. Rapor, TÜBİTAK ve ODTÜ araştırma fonu tarafından desteklenmiştir. 1994 Ağustosunda toplanmış örneklere ilişkin olarak, raporun 3. Sayfasında, 7 ayrı yerde karşılaştırılan yüzey toprağındaki Cs-137 aktivitesi açısından 1986, 1990 ve 1994’te ayrı gruplarca yapılan 3 çalışmadan en yüksek verilerin 1990 yılına ait olduğu belirtilmektedir. 1994’teki 1, 8 ve 9 numaralı istasyonlardaki sezyum aktivitesi 1986’da TAEK tarafından yapılan ölçümden de daha yüksektir. Bu farklılıklar yüzey toprağının toplandığı yerlerin farkından kaynak-lanıyor olabilir. Doğu Karadeniz bölgesindeki 21 yüzey toprağı için saptanan ortalama Cs-137 aktivitesi, (576+/-534 Bq/kg) Türkiye’nin daha az kirlenmiş bölgelerinden alınmış 14 yüzey toprağı örneğinin ortalamasından çok daha yüksektir (33+/-33 Bq/kg). Yosun örnekleri, aynı yerden alınan çerçöp ve yüzey toprağı örneklerine göre daha yüksek Cs-137 aktivitesine sahiptir. Bu ortalamalar 22 yosun örneği için 3091+/-4824, 12 çerçöp örneği için 316+/-301, 21 yüzey toprağı örneği içinse 576+/-534 Bq/kg’dır. İlerde yapılacak çalışmalarda, bitkiler için aktivite transfer katsayıları ve göç kinetiği araştırılacak ve benzeri çalışmalar Trakya’da da yapılacaktır. Kazadan sonraki TAEK rakamları o kadar düşüktür ki araştırma-cılar 10 yıl sonra Türkiye’de çok daha yüksek radyasyon bulmaktadır. ODTÜ’den merhum Doç. Dr. Olcay Birgül, Doç. Dr. İnci Gökmen, Dr. Ali Gökmen ve Dr. Aykut Kence, 1988 yılında “tüm baskı ve engellemelere karşın yaşamımızı büyük ölçüde tehdit eden radyasyon konusunda ödün vermeden gerçekleştirdikleri bilimsel çalışma” için Ankara Tabip Odası Halk Sağlığı Ödülü’ne layık görülmüştür.
************Dipnotlar**********************************
(1)www.foe.co.uk/resource/press_releases/energy_review_needs_clean_18012006.html (2) İspanya’nın en eski santrali olan Jose Cabrera (Zorita) 30 Nisan’da planlanandan 2 yıl önce kapatıldı. İspanya’da şu anda çalışan 8 reaktör bulunuyor. (3) Neden Nükleer Santrallara Hayır?, Arif Künar (4) Financial Meltdown Federal Nuclear Subsidies to AECL David H. Martin-Nuclear Awareness Project (5) Renewables 2005-Global Status Report, Worldwatch Institute (6) The Social Cost of Fuel Cycles. Report to the Department of Trade and Industry Pearce, D. W., Bann, C. & Georgiou, E. (1992). (7) Sabah Gazetesi, 20 Nisan 2006 ***********Kaynaklar********************************** Dünya Nükleer Endüstrisinin Durumu Raporu 2004, Mycle Scheneider & Antony Froggatt Çaynobil, Ümit Otan, İzmir Kitaplığı 1995 Greenpeace Akdeniz Çernobil Raporu, 1996