Ömer Madra, geçtiğimiz Ocak ayında Hrant Dink Vakfı tarafından organize edilen İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Konferansı'nda konuşmacı olarak İstanbul'da bulunan Prof. Noam Chomsky ile Açık Gazete için bir söyleşi yapmıştı. Ömer Madra bu söyleşide Noam Chomsky'e oldukça kısa ve temel bir soru sormuştu: Dünya nereye gidiyor?
Ömer Madra: Hoş geldiniz Profesör Chomsky. Aramızda bulunmanızdan çok mutluyuz. Sizinle tam on yıl önce görüşme yapma fırsatı ve mutluluğuna erişmiştim. Evet neredeyse tamı tamına on yıl önce, bir oteldeydi, çalıştığım radyo istasyonu için Açık Radyo için bir görüşme yapmıştım sizinle.
Şimdi size on yıl önce sorduğum soruyu tekrar aynen sormak isterim. Çok kısa bir soru aslında. Sizce dünya nereye gidiyor?
Noam Chomsky: Çok kısa soruymuş.
ÖM: Bu soruyu iki açıdan ele almanızı rica edeceğim: dünya küresel iklim krizi açısından nereye gidiyor; ve dünya küresel ortak varlığımız açısından nereye gidiyor?
NC: Bu dehşet verici bir durum. Yani Merih gezegeninde bir gözlemci dünyaya bakıyor olsaydı, “bunlar akıllarını kaçırmışlar” diye düşünürdü. Dünyanın çok vahim bir çevre felaketine doğru yol aldığına dair artık hiçbir şüphe yok. Aslında bunun bazı emarelerini de görüyoruz. Basına bakacak olursanız -Amerikan basınına, tabii Türk basınına da- olayda sanki iki taraf varmış gibi sunuluyor. Bir yanda bunun ciddi bir kriz olduğunu söyleyenler var, öbür yanda da bunu inkar edenler. Başkanlık seçim kampanyasındaki tartışmalara bakarsanız, Obama’nın ılımlı bir tavrı vardı. “Bir şeyler yapalım”.” diyordu. Ama yaptığı önerilere bakarsanız aslında “daha fazla fosil yakıt üretmeliyiz” diyerek “daha beter hale getirelim” demeye getiriyordu. Romney’nin tavrı ise “Kimse pek ne olduğunu bilmiyor, daha fazla araştırmaya gerek var” deyip hiçbir şey yapmama tavrıydı.
Aslında bilim camiasına bakacak olursanız, eminim sizin de bildiğiniz gibi, bilim insanlarının %95’i bunun çok ciddi bir kriz olduğu görüşünde. Sadece birkaç bilim insanı “kesin olarak bilmiyoruz” diyor. Çok daha büyük sayıda bilim insanı bu konsensüsü, ziyadesiyle muhafazakâr buldukları için reddediyor. Mesela MIT’de, (Massachussets Teknoloji Enstitüsü’nde) bir bilim insanı ekibi var. Bunlar iklim üzerine uzmanlaşmışlar ve IPCC’nin (Intergovernmental Panel on Climate Change) İklim Değişikliği Hükümetlerarası Panelini, biliyorsunuz, hani şu Birleşmiş Milletlerin Uluslar arası Analiz Komitesini, her seferinde reddettiler, çünkü bunun çok fazla muhafazakâr olduğunu söylüyorlar. Her seferinde de haklı çıktılar.. Daha birkaç hafta önce, geçtiğimiz yazın sonunda Kuzey kutbundaki buzların erimesinin ölçeğiyle ilgili bir inceleme yayımlandı. Bu erimenin, bilgisayar modellerinden çıkan projeksiyonların çok ötesinde bir boyutta olduğu anlaşıldı. Nitekim daha eleştirel bakan bilim insanlarının, mesela MIT ekibinin öngördüğü de buydu. Bu modeller yeterince ciddi değil dediler. Bu durum vahim bazı sonuçlara yol açıyor, bir dizi doğrusal olmayan, geometrik sonuçlara yol açıyor . Kuzey Kutbu’ndaki buz çok fazla erirse yeterince yansıtıcı yüzeyi kalmıyor, karanlık alanlar çoğalıyor, bunun sonucunda daha fazla güneş ışını emiliyor, daha hızlı bir ısınma oluyor ve bu adeta bir çığ etkisiyle büyüyor ve kontrol edilemez hale geliyor.
Bunun böyle olduğu defalarca kanıtlandı. Peki biz ne yapıyoruz? Aslında ilginçtir, bu konuda bir şeyler yapan yegane ülkeler, halkının çoğunluğu yerlilerden oluşan ülkeler. Bütün dünyada bir şeylerin yapılması gerektiğini düşünen halklar, nüfusunun çoğunluğu yerlilerden oluşan halklar. Mesela Bolivya’da, Güney Amerika’nın en yoksul ülkesinde, aslında nüfusun çoğunluğu yerlilerden oluşuyor ve daha şimdiden Anayasalarında “Toprak ana hakları” diye adlandırdıkları birtakım maddeler var. Yani sadece insan hakları değil, tabiatın da hakları var. Batılılar bununla alay ediyor ama Bolivyalılar haklı. Mesela Ekvator’da , büyük bir yerli nüfusun olduğu bu ülkede, şimdi zengin ülkeleri, ABD ve Avrupa’yı, OECD üyesi ülkeleri, petrolü topraktan çıkarmadıkları için kendilerine kaynak versinler diye ikna etmeye çalışıyorlar. Biliyorsunuz onlarda petrol bol ama kendi kalkınmaları için ihtiyaçları olduğu halde petrolün yeraltında kalmasını tercih ediyorlar. Ama tabii bunu yapabilmek için kaynağa ihtiyaçları var. Geçenlerde Avustralya’daydım, orada Aborijinlerden oluşan çok güçlü bir madencilik karşıtı topluluk var. Bunlar İngiliz yerleşmecilerin yok etmeyi başaramadığı, oraya buraya dağılmış bir Aborijin topluluk. Çok fazla sayılmazlar ama azımsanacak sayıda da değiller. Aynı şey Kolombiya’da da oluyor. Ben Güney Kolombiya’da yoksul çiftçi topluluklarıyla, campesino’larla, yerli halkla, Afrika kökenli Kolombiyalılarla çalışıyorum. Onlar da vargüçleriyle madencilik yapılmasın diye mücadele ediyorlar. Çünkü bu her şeyden önce çevreye zarar veriyor, tabii hayatlarını da mahvediyor, ayrıca tahrip edici zehirli maddelerin ortaya çıkmasına neden oluyor.
Öte yandan zengin ülkelere baktığımızda, mesela dünyanın en zengin ülkesi ABD, esas olarak hiçbir şey yapmıyor. Hatta birçok bakımdan geriye gidiyor. Bundan 40 yıl önce, Richard Nixon döneminde çevre koruma tedbirleri çıkarılmıştı, bunlar bir bir ortadan kaldırıldı. Yapılan birkaç şey var, mesela petrol kullanan araçların kat ettikleri kilometre sayısını azaltmalarını öngören gittikçe daha fazla yaptırım var. Ama bunlar palyatif tedbirler, kanserin üzerini yara bantıyla kapatmak gibi. Özetle, insan türü, şu efsanevi lemminglere benziyor, hani hep birlikte uçurumun kenarına yürüyüp kendini aşağı atan kutup sıçanları gibi. Çok da uzak bir gelecek değil bu. Tabii ille şu tarihte olacak diyemeyiz, ama bir kuşak sonra olabilir. Uluslararası kuruluşlar bu konuda sürekli uyarıda bulunuyorlar. Bu alanda çalışan bilim insanları da yıllardır söyleyip duruyor. Öyle bir noktaya gelmek üzereyiz ki 2 derecelik bir ısı artışı bizi geri dönülmez bir yere getirecek. Bu noktaya iyice yaklaştık. Zengin ülkeler ne yapıyor? Fosil yakıt tüketimlerini artırmaya bakıyor. Mesela ABD basınında, uluslar arası finans basınında da, mesela Financial Times gibi ciddi gazetelerde, yeni teknolojiler sayesinde çok daha derindeki fosil yakıtlara ulaşılabileceği, bu sayede önümüzdeki yüz yıl boyunca mesela Orta Doğu gibi bölgelere bağımlı olmaktan kurtulmanın mümkün olacağını müjdeleyen yazılara rastlıyorsunuz. Yüz yıl sonra ne olacak sorusunu ise kimse sormuyor.
Evet, gerçekten çok tehlikeli bir sorun ve bu konuda hiçbir şey yapılmıyor. Aslında çok büyük iki sorun var ortada, biri bu, diğeri de nükleer savaş. Bunun gölgesi hep üzerimizde, şimdiye kadar bundan kaçınmayı başarmamız bir mucize. Hiçbir şey yapıldığı yok, her iki sorun da gittikçe daha vahim hale geliyor. İklim krizi açısından bir şeylerin yapılıp yapılamayacağı da meçhul, sınırı aşmış olabiliriz artık. Ama ne kadar çok oyalanırsak, sorunun da giderek zorlaşacağı çok açık. Nükleer savaş açısından yapılabilecek şeyler var ama bunlar yapılmıyor, hatta birçok açıdan durum daha da vahimleşiyor. Türkiye bu belli başlı sorunların çok uzağında değil, çünkü siz Ortadoğu’dasınız.
Öngörüde bulunmaya gelince, dürüstçe bir öngörüde bulunmak gerekirse, bir intihar yarışına girmiş olduğumuz söylenebilir. Sanırım 20 yıl kadar önce yayınlanmıştı, Ernst Mayr’ın çok ilginç bir makalesi vardı. Mayr, evrimsel biyolojinin en saygıdeğer temsilcilerinden biriydi, öldüğünde yüz küsur yaşındaydı. Carl Sagan ile gezegen dışında hayat var mı konusunda bir tartışmaya girmişti. Bir astro-fizikçi olan Sagan bunun kuvvetle muhtemel olduğunu öne sürüyordu, O’na göre yeryüzü gibi o kadar çok gezegen vardı ki, yeryüzünde olup biten ne varsa başka yerlerde de olabilirdi vs. Biyolog olan Mayr ise bunun hiç de o kadar muhtemel olmadığı görüşünü savunuyordu. Bunun için gösterdiği sebepler de çok ilginçti ve sizin sorduğunuz soru açısından da oldukça anlamlıydı. “Bakın” diyordu, “hayata ilişkin elimizde yalnızca bir örnek var, o da buradaki, yeryüzündeki hayat. Başka bir örnek de yok. Dolayısıyla biz bildiğimiz şeye bakalım".
Sanırım yaklaşık 50 milyar canlı türü olduğunu ve biyolojik başarı diye adlandırılabilecek bir kavram olduğunu söylemişti. Gayet basit bir kavram. "Bir türün biyolojik olarak başarılı sayılabilmesi için o türden hâlâ ortalıkta çok sayıda numune var mı diye bakmak lazım" diyordu. (gülüşmeler) "Eğer başarılı olan türlere bakacak olursanız", diyordu, "en başarılı türler bakteriler gibi hızlı mutasyona uğrayabilenler, bir de kınkanatlı böcekler gibi kendilerine sabit bir ekolojik niş (yer) bulanlar." Bunların durumu gayet iyi ve muhtemelen de sağ kalmayı başarırlar. Ama zekâ ölçeği diye nitelendirdiğimiz şeyde yukarılara doğru çıktıkça sayılar da gittikçe azalıyor. Primatlara geldiğinizde çok az sayıda olduklarını görüyorsunuz. Aslında ardında birkaç tane başıboş dolaşan benzer yaratık bırakan tek bir primat türü var. Onlar da biziz. Bu da çok yakın zamanda oluyor. Yani evrim açısından bakıldığında son 10 bin yılın hadisesi bu. Hiçbir şey değil. Ama ondan önce de insanlar başıboş dolaşan avcı-toplayıcı topluluklardı. Yani şunu anlatmaya çalışıyordu Mayr, bu veriler zeka ölçeğinde yukarı çıktıkça türün başarısının da azaldığına işaret ediyor. Dolayısıyla, onun açısından zekâ bir çeşit ölümcül mutasyondu. Bence biz de bunu ispatlamaya çalışmak gibi bir işe giriştik. (gülüşmeler) Evet, bu ölümcül bir mutasyon ve bizler kendimizle birlikte muhtemelen her şeyi yok etmeye uğraşıyoruz.
ÖM: Geçenlerde verdiğiniz bir mülakatta “Carta de foresta” diye bir şeyden söz ettiniz. Aslında bu Magna Carta ile aynı dönemde ortaya çıkmış. Bunun bir Orman Şartı / Sözleşmesi olduğunu söylediniz.
NC: Evet, o Magna Carta’nın bir bölümüydü. Magna Carta iki bölümden oluşuyordu: Özgürlükler Şartı ve Ortak Varlıklar Şartı. Bu ikincisine Carta de Foresta da deniyordu ama aslında Ortak Varlıklar Şartı’ydı.
ÖM: Günümüzde bu nerdeyse tamamen yok edilmiş durumda. Bu nasıl oldu?
NC: Bu yaklaşık 300 yıl kadar önce oldu, bunun adı da kapitalizm. (gülüşmeler) Nasıl oldu derseniz, İngiltere’de 17. Yüzyıla gelindiğinde –aslında 16. Yüzyıl boyunca da iyice gelişmişti ya- “the commons” denilen şey herkesin sahip olduğu ortak varlıklardı, insanlar bu sayede geçimlerini sağlıyordu. Ama kapitalizm yavaş yavaş ortaya çıktıkça her şey özelleştirilmeye başladı. Bu da ortak varlıklara son verilmesi, tek tek zenginlerin eline geçmesi ve geri kalan herkesin serf durumuna düşmesi demekti. Buna da kapitalizm deniyor. Bu büyük çatışmalara yol açtı. Mesela İngiltere’de “enclosure movement”* denilen bir hareket oluştu. 17. Yüzyıl’a gelindiğinde iş bitmişti, Orman Şartı da unutulup gitmişti.
ÖM: Kimse de bundan bahsetmiyor. Hiç kimsenin bundan haberi yok.
NC: Kimin suç tarihinden haberi var ki? Başka insanların işledikleri suçları bilirsiniz ama, bu konuda bildiğimiz birşey yok.
ÖM: Ama bu çok hayret verici bir şey.
NC: Evet öyle ve sizin ilk sorduğunuz soruyla da çok ilgisi var. Çünkü yok ettiğimiz şey, tam da bu ortak varlıklar. Size daha önce bahsetmiştim, Güney Kolombiya’da birlikte çalıştığım insanlar var diye. Bunlar kendi topraklarını, ormanlarını, dağlarını vs. korumaya çalışıyorlar. Ama devlet de, zengin şirketler de bunları onların elinden almaya çalışıyorlar. Böylece altın madenciliği yapacaklar ve biliyorsunuz bu tamamen tahrip edici bir iş. Ya da petrol vs çıkarmak için madencilik yapmak istiyorlar. İşte bu, Orman Şartının yok edilmesi demek.
ÖM: Profesör Chomsky, çok teşekkür ederiz.
* Arazilerin çitle çevrilmesine karşı [çevirenin notu]
Çeviri: Nur Deriş Ottoman
Kaynak: Açık Radyo / www.acikradyo.com.tr