Dünyanın endüstrileşmiş en büyük sekiz ülkesi (G8), geçen hafta İtalya’da toplanarak her zamanki gibi dünyanın tamamını ilgilendiren kimi kararlara veya niyet belgelerine imza attılar.
G8’in bu son toplantısında iklim değişikliğiyle ilgili olarak üzerinde varılan uzlaşma pek çok çevre tarafından önemli bir dönüm noktası olarak görüldü ve özellikle de Obama’nın ABD’nin küresel politikalardaki rolünü değiştiriyor olmasının bir örneği olarak değerlendirildi. G8’in iklim değişikliğiyle ilgili olarak önüne koyduğu hedef, nasıl uygulanacağı konusu ve samimiyet derecesi bir yana bırakılmak koşuluyla eskiye göre bir aşama olarak kabul edilebilir. Elbette kaçınılmaz ‘ama’larla birlikte... Yine de bütün bu ‘ama’lara rağmen kararı not etmekte ve özellikle de bu politika değişikliğinin Türkiye’yi nasıl etkileyeceğine odaklanmakta fayda var.
G8 neyi hedefliyor?
G8 zirvesinin sonunda 8 Temmuz 2009 günü yayınlanan bildirgenin iklim değişikliği ile ilgili bölümleri özetle şunları söylüyor:
- Kopenhag’da bu yıl toplanacak iklim zirvesinin önemini ve buradan 2012 sonrası dönemi ilgilendiren iddialı ve bağlayıcı bir hedefin çıkması gerektiğini kabul ediyoruz.
- Endüstri sonrası dönemde yaşanan sıcaklık artışlarının 2 dereceyi aşmaması gerektiğine dair ortak bilimsel görüşü kabul ediyoruz.
- 2050 yılına kadar karbondioksit salımlarını tüm ülkeler %50, gelişmiş ülkeler ise (1990 ya da daha sonraki bir yıla göre) %80 veya daha fazla azaltmalıdır.
Bunların dışında uzun bir bölüm emisyon indirimlerinde piyasa mekanizmalarının önemine ayrılmış durumda. Bu bölümde gümrük engellerinin kaldırılması ve benzeri liberalizasyon önlemlerinin iklim değişikliği ile mücadele etmek için ne kadar önemli olduğuna dair “inanç” tekrarlanıyor.
İklim değişikliğini gerçekten durdurmak isteyen bilim insanları, politik çevreler ve aktivistler için bu hedeflerin büyük çoğunluğu kabul edilemez (Kopenhag’ın önemine dair ilk paragraf hariç). Özellikle de yıllar önce AB tarafından kabul edildiğinde anlamlı bir adım olan sıcaklık artışını 2 derecede tutma hedefinin felakete davetiye çıkartmak olduğu bugün gayet iyi anlaşıldığı için… Çünkü 2 dereceye çıkmayı kabul etmek, bugün 390 ppm’e yaklaşmış olan atmosferik karbondioksit yoğunluğunu en aşağı 450 ppm’ye kadar yükseltmeye göz yummak demek. Oysa bilim çevreleri tehlikeli iklim değişikliği uçurumuna yuvarlanmamak için 350 ppm’ye geri dönmemiz gerektiği konusunda giderek daha kararlı hale geliyor.
Öte yandan nasıl varılacağı konusunda piyasa mekanizmalarından söz etmek dışında hiçbir anlamlı yol gösterilmeyen %50-%80 hedefleri iki ciddi tehlike barındırıyor. Birincisi baz yıl olarak 1990 sonrası bir yılın alınabileceği iması. Bu durumda yapılan indirim çok daha az olacak ve bir işe yaramayacaktır. İkincisi ise sadece 2050 gibi politikacıları rahatlatacak uzak bir tarihin hedef gösterilmesi ve 2012 sonrası için yapılacak antlaşmada alınması gereken asıl yıllar olan 2015-2020’ye hiçbir ithafın olmaması (ki bugün üzerinde uzlaşılması gereken asıl hedefin 2020’ye kadar 1990 seviyelerinin %40 altına inilmesi olduğu genel kabul görüyor). Bu nedenle bu karar Kopenhag’dan bir sonuç çıkmasına değil, çıkmamasına bile neden olabilir.
Piyasa mekanizmalarına yapılan atıf da yanıltıcı. Bugün Kyoto Protokolü’nün birinci dönem hedeflerine -Doğu Avrupa endüstrilerindeki çöküş yüzünden- varılmış gibi gözükse de, karbon ticareti gibi yöntemlerin atmosfere karbon salımını azaltmadığı ortaya çıkmış durumda. Dolayısıyla bu gibi metinlerde piyasa lafını tekrarlayıp durmak sadece iman tazeleme anlamına geliyor. Yine de bildirgenin aynı bölümünde karbon vergisinin ve fosil yakıtlara verilen sübvansiyonların düşürülmesi gibi yöntemlerin hiç olmazsa adının anılıyor olması anlamlı.
G8 kararında bardağın dolu yanına bakarsak şunları söyleyebiliriz: Bush döneminde ABD’nin altına imza attığı belgelerde emisyon indirimi lafının geçmemesi kural gibiydi. Oysa bugün hiç olmazsa AB’nin (artık yetersiz olan) hedeflerini ABD de kabul etmiş görünüyor. Öte yandan zengin ülkelerin bağlayıcı ve “iddialı” (metinde geçen “ambitious” sözcüğü önemli) bir hedeften söz etmeleri gerçekten işe yarar bir iklim değişikliği politikası için mücadele eden çevrelerin elini güçlendirecektir.
Türkiye
Gelelim konunun Türkiye’yi ilgilendiren yanına. Türkiye iklim müzakerelerinde geçtiğimiz yılları “görmedim, duymadım, bilmiyorum” politikasıyla geçirdi. Ancak bugün Kyoto Protokolü’ne taraf büyük bir ekonomi olarak Türkiye’nin daha fazla “bekle, gör” politikası izleyemeyeceğini Dışişleri’nin önemli bürokratları da söylüyor [1]. Türkiye, artık hiçbir emisyon indirim hedefi almamak, hiçbir bağlayıcı sorumluluk altına girmemek şeklinde özetlenebilecek kaçış politikasını sürdüremez. Bunun bir kanıtı da son G8 bildirisinin satırlarında gizli. Bildirinin karbondioksit indirim hedeflerine ilişkin 65. paragrafının son cümlesinde aynen şöyle diyor: “Benzer şekilde, başlıca yükselen ekonomiler, emisyonlarını belirli bir yıla göre beklenen düzeyin kolektif olarak belirgin bir şekilde altına indirecek sayısal bir eylemin altına imza atmalıdırlar.”
Kendisini endüstrileşmiş bir ülke değil de gelişmekte olan bir ülke olarak görmekte nedense direnen Türkiye, herhalde yükselen bir ekonomi (emerging economy) olduğunu reddetmeyecektir. Dünyanın en kalabalık 17. ülkesi, en büyük 19. ekonomisi olan G20 üyesi Türkiye, dünyadaki toplam emisyonların %1’inden sorumludur ve bu konuda da ilk 20 içerisinde yer almaktadır. Üstelik 1990-2007 arasında karbon emisyonlarının %119 arttırmış, artış rekorunu yıllardır başka hiç kimseye bırakmayan bir ülke olarak…
Basit bir projeksiyon, bu hızlı artış oranıyla Türkiye’nin 2007’de 5,4 ton olan kişi başı karbondioksit emisyonunu en iyi ihtimalle 2012’de 6,5 tona, 2020’de ise 9,5 tona çıkartacağını göstermektedir (en kötü ihtimalle bu rakamlar 9 ve 22 ton olmaktadır.) Bu rakamlar sadece birkaç yıl sonra Türkiye’nin kişi başı salımlarda Avrupa ortalamasını geçeceğini göstermektedir. AB aday ülkesi olan “yükselen ekonomi” Türkiye, AB’nin iklim politikalarındaki öncü rolü sürerken ve G8 gibi dünya ekonomisinin büyük bir bölümünü temsil eden bir yapı iklim değişikliği konusunda “iddialı” bir hedeften bahseder hale gelmişken, iklim politikalarında geçmiş yanlışlarını sürdüremez.
Kopenhag zirvesine sadece beş ay kalmışken, artık Türkiye’nin altına imza atacağı hedeflerin ne olacağını konuşmanın zamanıdır.
Ümit Şahin