Ömer Madra, gazeteci, yazar, düşünür ve aktivist Chris Hedges'le, Halkın İklim Yürüyüşü için NewYork'ta bulunduğu sırada, 20 Eylül 2014'te Açık Radyo için, dünyanın gidişatı hakkında bir söyleşi yapmıştı.
16 Ekim 2014 tarihinde Açık Radyo'da Açık gazete programında yayınlanana söyleşiye AÇIK RADYO'dan ulaşabilirsiniz.
Bu Şirket İktidarlarını Biz Devirmezsek, Onlar Bütün Gezegeni Uçuruma Sürükleyecek
New York / 20 Eylül 2014
Ömer Madra: Sayın Hedges, sizi Açık Radyo mikrofonları önünde ağırlamaktan ve yarın yapılacak Halkın İklim Yürüyüşüyle ilgili konuşmaktan çok mutluyuz. Ne düşünüyorsunuz bu konuda, nasıl bir beklentiniz var?
Chris Hedges: Neresinden bakarsanız bakın, insan sayısı muazzam olacak. Ancak beni kaygılandıran, iklim değişikliği söylemini sadece demokratik kurumların değil aynı zamanda şirketlerin de benimsemiş olması. Bunu Demokrat Parti için kesinlikle söyleyebiliriz, oysa onlar aynı zamanda fosil yakıtların, büyük kömür, petrol ve gaz şirketlerinin çıkarlarına canla başla hizmet etmişlerdir. Bu yürüyüşü destekleyen grupların bir çoğu da, ki bunlara Environmental Defense Fund (Çevre Savunma Fonu) da dahildir, özünde şirketlerin desteklediği gruplardır. Bence, eko-sistemi uğrattığımız yıkımı temelden değiştirecek şekilde iklim değişikliği ile baş etmemiz için en ufak bir umut varsa, sadece fosil yakıt sanayiine, sadece büyük petrol şirketlerine meydan okumamız yetmeyecek, aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri’nin her yerinde ve dünyanın büyük bir kısmında iktidarını sürdüren şirket devleti dediğimiz türe de meydan okumak zorunda kalacağız. Çünkü o devlet artık belli bir şekilde konuşmayı ve fakat başka bir şekilde davranmayı öğrendi. Bence Obama yönetimi de bunun mükemmel bir örneği.
Obama yönetimi açık denizde petrol kuyularını yaygınlaştırdı, kaya petrolü elde etme işini genişletti, petrol, doğal gaz ve kömür ihraç ediyor, öylesine ilerletti ki bu işi, yani Sarah Palin’in 2008’de Cumhuriyetçilerin adayıyken savunduğu yöntemleri kullanıyor. Wikileaks ve Edward Snowden’ın ifşaatları sayesinde öğrendiğimiz gibi, anlamlı reformlar da yapılmadı. Aslında, Amerika Birleşik Devletleri’nin istihbarat kuruluşları, karbon salımlarını anlamlı bir şekilde azaltacak tedbirleri sekteye uğratmaya ve özünde karbon salımlarının azaltılmasında gerçekte etkisi olmayan bağlayıcı anlaşmaları geçirmeye çalıştılar. İşte bu yüzden, biz artık yeni bir militanlık biçimi bulmak zorunda kalacağız. Sivil itaatsizlik eylemlerine başvurmak zorunda kalacağız. Bu yürüyüşe gelince, evet yararlı olduğunu, sembolik bir değeri olduğunu düşünüyorum ve bu tür bir militanlığın de girizgâhı olması gerek. Eğer insanlar, bir Pazar günü öğleden sonra, Birleşmiş Milletlerden uzak tutulmuş, Manhattan’ın ta öbür ucunda, aslında polisin daha önce belirlemiş olduğu bir alanın sınırları içindeki bir yürüyüşten şirket iktidarının rahatsız olacağını düşünüyorlarsa, bu etkili bir direniş biçimi olmayacak.
Ö.M. – Bizim burada, New York City’de iklim aktivistleri ve konuyla ilgili insanlar olarak bulunduğumuz dört-beş gün süresince –tabii ki biz de bu etkinliğe katılmak için geldik– bana gene de havada farklı birşey var gibi geliyor. Yani çok güçlü bir “yetti gayri” duygusu hakim. Geçen yıl Türkiye’de Haziran ayında Gezi İsyanı olduğunda ilk büyük gösteri sırasında yaklaşık 35,000 kişi vardı, ben de oradaydım, ve şöyle diyorlardı: “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam”. Ben birkaç gündür burada da iklim aktivistleriyle, ön safta olanlarla konuştuğumda da aynı duyguyu yaşadım. Buna ne dersiniz?
C.H. – Evet, bence haklısınız ve bana kalırsa ön safta yer alan aktivistler de İklim Yürüyüşü konusunda benim gibi düşünüyorlar. Bu yüzden de sivil itaatsizlik eylemlerine hazırlanıyorlar. Pazartesi sabahı “Wall Street’e sel gibi akalım” eylemiyle başlayacaklar, sonra da “Occupy the UN” ile Birleşmiş Milletleri işgal edecekler. İşte bu tür bir etkinlik olması gerek, sürdürülebilir ve kitlesel ölçekte. Tek umudumuz bu. Ancak, sistemin içinde kalarak bir şeyler yapmaya çalışmak, sistemin daha iyi yanına yaranmaya çalışmak, sistemin kendi içinde reform yapacağına güvenmek safdillik olur. Bence Obama yönetimi, görünüşte aydın bir liberalin, bir şekilde konuşup başka bir şekilde davranabileceğinin çok açık bir örneğini verdi. Bunun nedeni de para, şirket parası, fosil yakıt sanayisinden akan para –ki Demokrat Parti tıpkı Cumhuriyetçi Parti gibi bu paraya canla başla yaranıyor. Yani bence sistemde bir çeşit dönüş var. Haklısınız, bunu Türkiye de dahil, başka ülkelerde de gördük, çünkü sistem aynı. Ve bence gittikçe daha çok insan artık şunu anlamaya başlıyor: bu hükmeden güçlerle radikal bir yüzleşmeye girişmezsek, onlar, insan türünün yok olmasını, ayrıca insan türünün hayatta kalmasını sağlayan eko-sistemin hemen tamamının da ölümünü ciddi bir şekilde hesaba katmak zorunda kalacağımız bir duruma bizi fiilen sürükleyecekler.
Ö.M. Evet, Profesör Noam Chomsky’nin de geçenlerde bir makalesinde yazdığı gibi, bu bir anlamda “tarihin sonu” olabilir. Siz de yakın zamanda www.truthdig.com sitesinde yayınlanan bir yazınızda şunu belirtmiştiniz: “Şirket kapitalizmi bu feda edilmiş bölgelerde tam ve rakipsiz bir hakimiyet kurmuş durumda. Politikacılar, hakimler, basın, hatta eğitim kurumları bile şirket iktidarının diktası karşısında diz çöküyor. Ve bu feda edilmiş bölgelerdeki aktivistler, Amerikalıların henüz anlamadıkları bir şeyi öğrendiler: şirketler kâr uğruna yeryüzünü de, yeryüzünün bütün sakinlerini de zehirlemeyi kabul ediyor. Bunda sınır tanımıyorlar.” Bu konuyu biraz daha açabilir misiniz?
C.H. – Bu alıntı benim karikatürist Joe Sacco ile birlikte yazdığım “Yıkım Günleri, İsyan Günleri” adlı kitaptan. Kitabı hazırlarken bu feda edilmiş denilen bölgelere, Batı Virginia’nın güneyindeki kömür madenlerinin bulunduğu Appalachia Dağları gibi yerlere gittik. Buralarda, “dağ tepelerinin kaldırılması” dedikleri bir yöntemle fiilen dağların tepelerini uçuruyorlar. Yani eskiden maden işçilerinin toprağı kazarak ulaşmaya çalıştıkları kömür damarlarını bulmak için dağları yok ediyorlar, suları zehirliyorlar, havayı zehirliyorlar, toprağı zehirliyorlar ve geriye tarumar olmuş bir alan bırakıyorlar. Buna toksik bir bulamaç ve ağır metallerle dolu milyonlarca galonluk devasa birikintiler de dahil. Bence bizim bu feda edilmiş bölgelerle, şirket iktidarının ırzına geçtiği bu yerlerle ilgilenmemiz zorunlu. Çünkü bir kez bu feda edilmiş bölgelerin işini bitirdiklerinde, dönüp bize saldıracaklar, buna şimdiden başladılar bile.
Fracking denilen ve daha önce var olmayan, hem fazla işe yaramayan, üstelik çevreye müthiş zarar veren bir yöntemle kumdaki katranlı petrolü çıkartıyorlar ve arkalarında zehirlenmiş deniz canlıları, zehirlenmiş topraklar bırakıyorlar. Ortalığa saldığımız güçlerin ne olduğunu anlamamız gerek. Karl Marx, dizginsiz ve düzenlemeden yoksun bir kapitalizmin devrimci bir güç olduğunu ve kendine koyduğu hiçbir sınır olmadığını yazmıştı. Kapitalizm her şeyi metalaştıracaktır. İnsanlar meta haline gelir, doğal dünya da meta haline gelir, sonra da bunları tüketene kadar ya da topyekûn çökünceye kadar sömürür. Ve bu güçler esas olarak zincirlerinden boşandı. Demek istediğim şu: bu güçler ekonomimizin kontrolünü ele geçirdi, politik sistemimizin kontrolünü ele geçirdi.
Bütün politik teorilere baktığınızda, Aristoteles’e kadar geriye gidebilirsiniz, ya da Max Weber’e, [Ralston] Saul’a, hepsi de size ülkenizi kapitalist bir sınıfın yönetmesini istemediğinizi söylerler. Kapitalisti kapitalist yapan özelliklerin, yani sömürünün, yağmalamanın, manipülasyonun, kamu yararına olacak özellikler olmadığını belirtirler. Gerçekte bunlar kamu yararına taban tabana zıttır. Ve onların “ekonomik rasyonellik” diye adlandırdıkları şeyin, kemer sıkma dayatmalarının bize hükmetmesine, hem insanların hem de gezegenin metalaştırılmasının denetlenmesini reddetmelerine izin verirsek, o zaman geleneksel iktidar mekanizmaları içersinde hiçbir güç, gezegen açısından toplu intiharın önüne geçemeyecek demektir. Yani bir bakın, yazın Kuzey Kutbu’ndaki denizin buzları nasıl eridi, yüzde kırkı gitti ve Shell petrol şirketi bunu bir iş fırsatı olarak görüyor. Biz burada gezegenin ölüm çığlıklarından söz ediyoruz, onlar orada yarım milyar dolarlık petrol kuyuları açmakla meşguller. Ve bunu sonuna kadar yapacaklar. Bunun sadece yeryüzü açısından değil, eninde sonunda kendileri açısından da yol açacağı sonuçlara gözlerini kapayarak yapacaklar.
Biliyor musunuz, ilahiyatçı bir söylemle ele alacak olursak, bu bir anlamda ölümün güçlerine karşı bir yaşam mücadelesi. Gereğinden fazla dramatik bir hale getirmek istemiyorum ama içinde bulunduğumuz durum bu. Bence artık yeryüzünün her yerinde çoğu insan, halihazırdaki yönetim sistemlerinin onları kurtaramayacağının, elimizde kalan tek şeyin bu şirket iktidarlarını devirmeyi amaçlayan radikal isyan eylemleri olduğunun farkında. Ve bu şirket iktidarlarını devirmezsek onlar bütün gezegeni uçuruma sürükleyecekler.
Ö.M. – Türkiye’de 1960lı yıllarda, 68’de, devrimci günlerde neredeyse klişe haline gelmiş bir sloganımız vardı: “Tek yol devrim”. Şimdi bunu biraz farklı bir şekilde tekrar edebilir miyiz “tek yol devrim, 2.0 versiyonu” diyebilir miyiz?
C.H. – Direnişin tayin edici unsuru her zaman yönetici elitler olmuştur. Eğer işlerliği olan bir liberal sınıfınız varsa ve bu sınıf sisteme ayar vererek ve reform yaparak bir emniyet supabı vazifesi görüyorsa, o zaman birtakım mağduriyetlerle ve haksızlıklarla baş edebilirsiniz. Başından bir dizi askeri diktatörlük geçmiş olan Türkiye de bunu gayet iyi bilir. Bildiğiniz gibi katı diktatörlükler kemikleşir, kendi gerçekliklerinin içine çekilirler. Bunlar zaten şirket elitlerinin elinden çıkmadır, yani ticari hava yollarının planlarını filan yapmazlar ama buna rağmen hayatlarımıza ve eko-sistem ile olan ilişkimize tamamen hükmederler.
Bunun iyi bir örneği olarak “Occupy” hareketine ya da Erdoğan’ın İstanbul’daki gösterilere verdiği tepkiye bakabilirsiniz. “Occupy” hareketinde insanlar temel bir hak arayışını dile getirdiler, mortgage borçlarına, Wall Street’teki yağmacı mortgage tefecilerinin sebep olduğu banka iflaslarına, ipoteklerin paraya çevrilmesine vs çare aradılar. İstihdam talebini dile getirdiler. Bu ülkede kronik işsizlik hüküm sürüyor, yani ülkenin yarısı yoksulluk içinde yaşıyor, “yoksulluk sınırına yakın” diye tabir edilen bir kategoride. İnsanlar iş güvencesi olmaksızın, ikramiyeden yararlanmaksızın haftada 70 saat çalışıyor. Öğrenci borçları öğrencileri felce uğratıyor. Bunlar öğrenimleri için 70-80 bin dolarlık borç alıyorlar, sonra okulu bitirince iş bulamıyorlar. Bilirsiniz borç köleliği, yani borcunu ödeyene kadar borcun alacaklısına çalışma zorunluluğu, bir toplumsal denetim mekanizmasıdır. İşte bütün bunların yanı sıra bizim rasyonel bir sağlık sistemimiz de yok. “Occupy” hareketi bütün bu konuları gündeme getirdi. Buna verilecek rasyonel bir cevap, banka iflasları ve ipotek sorunları için bir moratoryum ilan etmek, öğrenci borçları için af çıkarmak, rasyonel bir sağlık bakım planı oluşturmak, herkes için geçerli bir sağlık sistemi kurmak, ulusal bir istihdam programı yapmak, bunu yaparken de özellikle 25 yaş altı insanları hedeflemek olabilirdi. Bunları yapsalardı rasyonel olurdu. Ama nasıl kemikleşmiş olan devletlerin tepkisi rasyonel olamıyorsa, bu devletin tepkisi de rasyonel olmadı.
Peki, ne yaptı? Bu “occupy” seslerini zorla bastırdı, tıpkı Türkiye’de halkın iradesini dile getiren meşru gösterileri Erdoğan’ın şiddet kullanarak bastırması gibi. Böyle bir tepki her zaman tehlike işaretidir. Çünkü devlet rasyonel bir şekilde tepki vermediği zaman, kaçınılmaz olarak, devletle birlikte hareket etmekten uzak duran, devlet aracılığıyla reformcu siyasetler yürütmeye değil de devleti devirmeye çalışan hareketler yaratır.
Ö.M. – Daha önce de sözünü ettiğim makalenizde siz gezegenin kocaman bir feda edilmiş bölgeye dönüştüğünü yazıyordunuz. Bunu lütfen biraz daha açar mısınız? Bununla neyi kastediyorsunuz? Bir de bütün bunların “büyüme” diye adlandırılan şey uğruna yapıldığını söylüyorsunuz. Zaten birkaç yıl önce de esas sorunun “büyüme” olduğunu belirttiğiniz bir yazı yazmıştınız.
C.H. –Bunun için son 500 yılın tarihine geri dönmemiz gerek. Amerika kıtalarının İspanyollar tarafından fethinden başlayarak, doğal kaynakların, özellikle de altının, devasa ölçülerde ele geçirilmesine bakmak gerek. Adam Smith’in de Karl Marx’ın da belirttiği gibi bu süreç sanayi devrimiyle sonuçlandı. Uygarlıkların da, pek çok antoropologun dikkat çektiği gibi, kendilerini öldürmek gibi kötü bir huyu vardır. Sümerlerden başlayarak Mayalara, Roma İmparatorluğuna, hatta Paskalya Adasına kadar görebiliriz bunu. Umurlarında değildir, doğal kaynakları sömürürler ve süreç içinde karmaşık sistemler kurarlar ama bu sistemleri ayakta tutamaz hale gelirler, ardından da çökerler. Sonra başka bir yerde yeni bir uygarlık ortaya çıkar, belki bunların en yenisi yerli halkın topraklarını ele geçiren, sonra da özünde kendi topraklarını sömürgeleştiren Amerika Birleşik Devletleri’dir. Tabii Avrupa böyle bir şey yapmadı, başka toprakları sömürgeleştirdi. ABD ise kendi topraklarını sömürgeleştirdikten sonra Filipinlere, İspanya’ya yöneldi, şimdi de tabii Orta Doğu’yu sömürgeleştirmiş bulunuyor.
Sorun şu ki, bu sefer artık sömürülecek yeni toprak kalmadı, boyunduruk altına alınacak yeni halklar kalmadı. Bu sefer biz tepetaklak olduğumuzda bütün gezegeni de beraberimizde sürükleyeceğiz çünkü iklim değişikliğinin etkileri belli bir bölgeyle sınırlı değil. Evet tabii, tropik ve kıyı bölgelerinde durum daha kötü ve gittikçe de kötüleşecek. Ama eninde sonunda hepimiz gidiciyiz. Bazılarımız ötekilerden daha geç gidebiliriz, aradaki tek fark bu. Ama kaçabileceğimiz hiçbir yer yok.
Bütün bunların arkasındaki itici güç ise şu büyüme mantrasıdır, dur durak bilmeyen sınırsız bir sömürüyü ve sefih bir tüketimi göklere çıkaran kapitalizmin tanrısallaştırılmasıdır. Karl Marx’ın da belirttiği gibi, hakim ideolojiyi tayin eden, ekonomik güçlerdir. İşte kapitalizmin bu şekilde kutsallaştırılması o kadar yaygın ki –ABD’de böyle olduğu aşikâr– siyasi yelpazede hiç kimse bunu sorgulamıyor, ne Barack Obama, ne de ana akımın içinden konuşanların herhangi biri. Ve tabii bu yağmacı kapitalizm, bu küreselleşme, bu şirket kapitalizmi sistemi, efendilerden ve serflerden oluşan bir çeşit küresel neo-feodalizm yaratıyor.
Bu sistem, Edward Snowden ve Wikileaks’in teşhir ettiği güvenlik ve gözetim aygıtıyla iktidarın içinde çörekleniyor. Sofistike askeri donanım kullanıyor, insansız hava araçları gibi. Şimdi de IŞİD’e karşı uygulanan şiddetin Orta Doğu’da yaygınlaştığını göreceğiz. Onüç yıl sonra hâlâ sorunun daha fazla şiddetle çözüleceği fikri ise bir çeşit delilik. Ama şunu da unutmayalım, bütün savaşlarda olduğu gibi, savaşı iyi bir iş imkânı olarak gören güçler, şirket güçleri vardır. Irak’ta ya da Afganistan’da durumun ne kadar felaket olduğu önemli değildir. Halliburton, Raytheon, Northrop Grumman gibi şirketlerin hisse senetleri 11 Eylülden beri dört misline çıktı. Bunların esas olarak umurunda olan tek şey de bu zaten. Dolayısıyla, ekonomiye, politikaya, dış siyasete tam bir irrasyonellik hakim, çünkü kâr artık her şeyin üstünde. Orta Doğu halklarını, Amerika Birleşik Devletleri halkını ve nihai olarak gezegenin kendisini gözden çıkaran bir avuç şirketin kârı.
Ö.M. – Peki, son olarak çok kısa bir soru soralım, sizce dünya nereye gidiyor?
C.H. – Geçmiş uygarlıklardan ders çıkarmak mümkünse, o zaman biz de tıpkı başka uygarlıkların kendilerini yok ettikleri gibi kendimizi yok edeceğiz. Ama bu sefer bir imdat çıkışı yok. Zihinsel olarak insan buna bir açıklama bulabilir, ama duygusal olarak, ben bir baba olarak, bunu kabul etmekte çok zorlanıyorum. Ancak, geçmişte insan topluluklarının nasıl davrandığına, insan tabiatına bakacak olursak ve özellikle de bu şirket kuruluşlarının bütün bir nüfusu gözetim altında tutmayı beceren kitlesel gözetim araçlarıyla donandığını hesaba katarsak, bu araçlar, Doğu Almanya’daki Stasi polis devletine ya da Stalin’in Sovyetler Birliği de dahil herhangi bir baskıcı rejimde daha önce gördüklerimize hiç benzemiyor. Ve kullanacaklar bunları. Amerika Birleşik Devletleri’nde Amerikalıların sivil haklarını ellerinden alan bir dizi kanun geçirdiler, bunları da esas olarak yargı kararına dayandırdılar. Bu kanunları geçirmelerinin de bir nedeni var. Huzursuzluk çıkmasını bekliyorlar ve her türlü huzursuzluk ifadesini bastırmak için devletin bütün imkanlarını seferber etmek istiyorlar.
Pentagon da, NSA de (Milli Güvenlik Kuruluşu) iklim değişikiği sonucu olacaklarla ilgili senaryolar hazırladılar. Bu onlar için bir sır değil. Buna buldukları cevap da, doğal kaynakları sömürmek ve onlardan kâr elde etmek için kullandıkları yöntemleri değiştirmek değil, bu sömürünün karşısında engel olarak gördükleri bizim gibileri etkisiz hale getirmek. Sanırım Amerika Birleşik Devletleri’nde gizli bilgi sızdıranlara uygulanan zulüm bunun ilk işaretlerini veriyor. Biliyorsunuz, Obama yönetiminde sivil haklara saldırılar George W. Bush döneminkinden daha da korkunç olmakla kalmadı, Obama yönetiminin gizli bilgi sızdıranlara karşı saldırısı da Bush’unkinden korkunç oldu. İktidarın içeriden yürüttüğü işlere ışık tutmaya çalışan herkes Casusluk Yasası’nın hışmına uğradı. 1917’de kaleme alınan bu yasa bizim Yabancı Sırlar Yasamızın muadilidir ve eskiden yabancı düşmanlara devlet sırlarını açıklayanlara karşı kullanılırdı. Oysa şimdi devletin işlediği suçların kanıtlarını ortaya koyanlara karşı kullanılıyor. Ve toptan gözetim, Al Gore’un da belirttiği gibi, bir Anayasa suçudur, basına ve halka karşı işlenmiş bir devlet suçudur. Bu da sistemimizin ne kadar çarpık bir hale geldiğini gösteriyor.
Amerika Birleşik Devletleri’nde biz, siyasi düşünür Sheldon Wolin’in deyimiyle “tersyüz edilmiş totalitarizm”e dönmüş bulunuyoruz. Wolin’in bununla kastettiği şey totalitarizmin klasik bir şekli değil, ifadesini bir demagogda ya da karizmatik bir liderde değil, şirket devletinin anonimliğinde bulması. Klasik totalitarizmde gerici ya da devrimci bir gücün mevcut yapıyı devirdiği ya da onu ikame ettiği bir durum vardır. Tersyüz edilmiş totalitarizmde ise Anayasaya, seçimlere dayalı siyasete, Amerikan vatanseverliğinin ikonografisine ve diline bağlıymış gibi görünen, oysa yurttaşı iktidarsız hale getirmek için bütün güç mekanizmalarını içeriden ele geçiren şirket güçleri vardır. Bence, Sheldon Wolin haklı. Şimdi 93 yaşında olan bu en önemli siyasi düşünürümüzün neo-kapitalistlere getirdiği eleştiri onun 1980’lerin sonlarına doğru ana akımın dışına itilmesine yol açtı ama o bu düşüncesinden vaz geçmedi.
Bence bizim demokrasimiz bir görünüşten ibaret kaldı. Seçimlerimiz bir çeşit siyasi tiyatroya dönüştü. İster sağda ister solda olsun siyasilerimizin belagati aslında birbirinden farksız. Biz bu ülkede Başkanlarımızı kişiliklerine bakarak seçiyoruz ki bu insanı utandıracak kadar çocukça bir şey. Seçimimizi gündemlere, doktrinlere ya da düşüncelere bakarak yapmıyoruz. Çünkü aslında Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasındaki fark o kadar önemsiz ki, nerdeyse fark edilmiyor. Biliyorsunuz, kürtaj ya da gay hakları gibi tayin edici olmayan siyasi konularda aralarında farklar çıkıyor. Ama bütün belli başlı yapısal sorunlarda, emperyal savaş olsun, güvenlik ve gözetim olsun, Wall Street’e sınırlama ya da düzenleme getirmek olsun, sivil hak ve özgürlüklerin erozyona uğraması olsun, bütün bu konularda uygun adım yürüyorlar. Bu da Amerika Birleşik Devletleri’nde bizim başımız –ve bence bu şirket güçleri dünyanın çoğu yerinde aynen ortaya çıktığı için– hepimizin başı fena halde dertte.
Bu da şu anlama geliyor: geleceği korumak kaygısı olan bizler, bu güçlere karşı doğrudan ve açık bir meydan okumaya girmek zorunda kalacağız. Bunu da, New York City polisinin belirlemiş olduğu bir, tırnak içinde söylüyorum , “özgür konuşma alanı” içinde yürüyüş yaparak gerçekleştirmek mümkün değil. Çünkü o alanda yürüyen pek çok insan zaten sorunun bir parçası.
Ö.M. – Chris Hedges, bizimle birlikte olduğunuz, Açık Radyo için bu görüşmeyi bizimle yaptığınız için size çok teşekkür ederiz.
C.H. – Ben teşekkür ederim.
Gazeteci, yazar, düşünür ve aktivist Chris Hedges ile 20 Eylül 2014 günü New York City’de, Unitarian All Souls Kilisesi’nde gerçekleştirdiğimiz bu söyleşinin kaydını yapan Benjamin Kruse’a ve söyleşiyi özenle Türkçe’ye çeviren Nur Deriş Ottoman’a çok teşekkür ederiz.