Avi Haligua
Bir süredir memleketi yakın takipte olmamama rağmen, Başbakan Erdoğan’ın nükleer santrale tüp takan açıklamasındaki harika akılla eğlenemeyecek kadar yabancılaşmadığıma sevineyim mi üzüleyim mi bilemiyorum. Erdoğan’ın totolojisinin, demagoji tarihinde yerini alacağından, 10 bin kilometre ötedeki insanların bu harika mizahı anlamayacağından emin olduğum kadar eminim. Açıklamayla kendi kendime bir miktar eğlendikten sonra insana böyle açıklama yaptıran hale dertlenesim tuttu.
Başbakan nükleer santrallerin tam da “kârlı” hale geldiği bir dönemde böylesi bir durumla karşı karşıya kaldığı için epey sıkılıyordur diye düşündüm. Sonra da dünyanın her yerinde, toplasan birkaç bin kişinin nükleer felaketin yarattığı kirlenme ve ölümler kadar,“kazanın” nükleer santrallerle ilgili yaratacağı “önyargıya” üzüldüğünü düşündüm.
Derken Erdoğan’ın böylesi garip bir gerekçelendirme üreten aklının ne ile meşgul olduğunu düşünmeye karar verdim. Rusya’yla devletlerarası anlaşma imzalayarak ihalesiz falan hallettiği harika “fırsatın” fena halde konu olmasından dolayı rahatsızdır herhalde. Ama konu Erdoğan’ı bezdirmekten ibaret olsa sorunu çözmek çok daha kolay olurdu. Küreselleşen sermayenin tekleştirdiği piyasa, kârlılığını devam ettirmek üzere aklın almayacağı riskleri alma cesareti ve gücüne sahip olduğunu defalarca kanıtlamış durumdayken Erdoğan’a takılmakla ilgili hevesim de yerle bir…
Kâr için doğal dengeyi bozdular
Ne kadar farkındayız bilmiyorum ama “insan” namıyla, tatlı petrol kârı için dünyanın dengesini kelimenin tam anlamıyla bozduk. İklimlerin değişerek küresel boyutta felaket ve ölümlere yol açacağını ve bunu durdurabileceğimizi bildiğimiz halde, neredeyse bir adım dahi atamadık. Benim gibi otuzlu yaşlarında olanların kitle ölümlerinin ve savaşların hâkim olduğu bir dünyayı görme ihtimalinin epey yüksek olduğunu Birleşmiş Milletler raporları sayesinde resmî olarak bildiğimiz, kurgu olsa epey yavan bulacağımız bir senaryonun içinde yaşıyoruz. Gerçeğin kurgu gibi “mantıklı” olma zorunluluğu olmadığına göre durumu bir kez daha çerçeveleyelim: Bir dünyada, devletlere dediğimiz birimlere bölünmüş yaşayan bir canlı türü var. İleri teknolojilere sahip bu “akıllı” ırk, kurduğu yapılar arası rekabet sebebiyle yaşadığı gezegeni yok etmek üzere. Eğer standart bir aksiyon filminde olsaydık, hepimizi kurtaracak kahraman çoktan ortaya çıkmış olmalıydı. Lâkin filmin birinci yarısı bitip, tuvaletten döneli neredeyse yirmi dakika oldu. Yaşadığımız dünyada hepimizi kurtaran kahramanlar maalesef yoklar ve herkes “kendi” paçasını kurtarıyor. Milyonlarca insanın ortak eylemleriyse iradesini ortaya koymakta yetersiz kalıyor.
Özetle Erdoğan’ı ciddiye alıp fazlaca yüklenmenin bir manası yok. Erdoğan görevi gereği “çıkarlarımızı” koruyor. Yüz binlerce insanın nesiller boyu sürecek bir felaket tehlikesiyle yaşayacak olduğu gerçeği, yüz binlerce yıl sürecek bir kirlenme tehlikesiyle birlikte hükümetin “verim” hesaplarına çarpıp geri dönüyor. Yoksa Erdoğan ne santrali eve götürüp ocağına bağlayacak, ne de santralden gelecek kârı evine götürecek. Başbakan Erdoğan, sadece ortalığı karıştırmaya çalışan mihraklara karşı “ortak” çıkarımızın peşinde. Böyle baktığımız zaman sorun, ortaklıktan payına kâr yerine risk düşenleri konu edenlerin varlığı. Alabildiğin ve verebildiğin ölçüde var olduğun bir sistemde “ortak” çıkarın, yapabilme gücüne sahip olanların, yani sermayenin çıkarları olmasında şaşıracak bir şey yok.
Küresel kapitalizm doğayı yok ediyor
Dünyanın dört bir yanında baraj inşaatlarının yok ettiği köylerden, termik santrallerin “ölü bölgeler” ürettiği çiftliklere, on binlerce kez deneyimlediğimiz üzere “risk” ve “çıkarı” üstlendiğimiz “ortak” bir hayatı yaşıyoruz. Bu birlikteliğin eşitsiz doğası gereği çoğumuzun payına risk, azımızın payına kâr düşüyor olması Erdoğan’ın suçu değil aksine işinin gereği. Üstelik Erdoğan maden kazalarında bir kez daha gördüğümüz üzere, en beterini bile “kaderle” açıklayabildiği bir dünya algısına sahip olduğu için geceleri rahat da uyuyordur. Yani sistem açısından sorun; Türkiye’nin “elektrik ihtiyacının %2-3’ünün karşılanması için” hesaplanamaz riskler alınması değil, payına risk düşenlerin Japonya’daki felaket sebebiyle huysuzlanıp rahatsızlık çıkarmasıdır.
Japonya’daki kadar şiddetli bir deprem ve ardından gelen tsunamiyi yüzlerce ölüyle atlatan mimarî teknoloji ve altyapının doğal felaketlerle mücadelede ne kadar büyük bir yol aldığı çok açık. Depremle ilgili hemen her önlemin alındığı, ileri kapitalist bir toplumda bile yönetenlerin verimlilik kararlarının ne kadar büyük ve onarılması imkânsız olaylara yol açtığı bir kez daha gündeme geldiğinde Erdoğan ve dünyanın her yanındaki meslektaşları böyle açıklamalar yaparlar. Felaketin boyutları tam olarak netleşmese de Çernobil’de yaşanan kirlenme seviyelerini şimdiden aştığımızı biliyoruz.
Ortak çıkarlar mı?
İklim değişikliği gibi küresel boyuttaki bir felakette dahi “ortak çıkarlar” algısı kendini yineliyor.
Sermaye birikiminin düşük olduğu, hammadde ve üretimden mesul ülkelerin vatandaşlarının iklim değişikliğinin yaratacağı kaçınılmaz yıkıma hazırlanmak üzere milyarlarca dolarının olmadığını bilmiyorsak, yüksek sesle söyledikleri için duyuyoruz. Buna rağmen gerekli harcamaları yapabilen varsıl ülkelerin vatandaşlarının daha şanslı olmamalarını kısmete bağlamamız zor değil mi?
Sistemin her seferinde gücünü kötüye kullandığı anlarda sesini duyuramayan insan ve grupları seçmesi tesadüf olabilir mi? Milyonlarca insanın sera gazlarında kesintiye gidilmediği ve gerekli uyum çalışmaları yapılmadığı için öleceği, yüz milyonlarcasının da ağır açlık ve kuraklık koşullarına mahkûm olacağı bir dünyanın temelinde var olan, içinde yaşadığımız eşitsizlikler yatıyor. Bu konuda çalışmaların bulunduğu az ülkeden biri olan ABD’de kimi veriler, ayrımcı politika ve uygulamalar sonucu diğerlerine göre daha zor bir hayat yaşamak zorunda olan insanların, “çevre sorunlarından” daha fazla etkilendiğini net bir şekilde ortaya koyuyor. “Çevresel ırkçılık” denen bu duruma dair bir kalemde onlarca örnek vermek mümkün. Örneğin ABD’de etnik azınlıkların yaşadığı mahallerden birinde yaşıyorsanız, çocuk parkı yerine sanayi atık tesislerine komşu olma şansınız en az iki kat artıyor. Yoksulluk burada temel belirleyici olsa da, etnisitenin çöp alanların belirlenmesinde rol oynamış olduğu çalışmalarla sabit.
Her beş Siyah ya da Hispanik ABD vatandaşından üçü, bir ya da daha fazla zehirli atık merkezinin bulunduğu mahallelerde yaşıyor. Yerli Amerikan nüfusun yarısı terk edilmiş ya da kontrol edilmeyen zehirli atık bölgelerinde kümelenmek zorunda. Etnik grup mensuplarının (Türkçesi: sarı, siyah, kahve ve kızıl tonlarında ten rengi olanlar ve “Müslüman’a benzeyen” Akdenizliler ya da özetle Beyaz olmayanlar) bir katı atık yakma merkezine komşu olma olasılığı ulusal ortalamanın neredeyse iki kat üzerinde. Tarihsel olarak, etnik ayrımcılığa uğramış grupların, bazen çöl, bazen kutup bölgeleri gibi kimsenin yaşamak istemediği alanlara sürülmüş olduğunu bilmemize rağmen, sanayi çağının çöllerine sürülenlerin yine kimlikleri sebebiyle de seçiliyor olduklarını kabul etmek insana zor geliyor. Ne de olsa soykırımlar çağı geride kaldı; en azından öyle diyorlar.
Eşitsizliğin ve ayrımcılığın dünyası
Fransa’nın “insansız bölgelerde” gerçekleştirdiği nükleer deneylerin sonucu olarak Marshall, Bikini gibi Pasifik adalarında bugün yaşayanların temel sağlık problemlerinin radyasyonla ilintili olmasını açıklarken orada yaşayanların, kültür ve yaşam biçimleriyle “bize” benzemedikleri için “ortak çıkarlar” adına kurban edilmediklerini söylemek gerçekten mümkün mü?
Mümkün olduğuna %68’inin bir termik santrallerin ağır kirlilik yarattığı bölgelerde yaşayan siyah derili Amerikalılar ikna değiller. 2002’de yayınlanan “Air of Injustice – Adaletsizlik Havası” adlı rapora göre siyah Amerikalıların ortalamadan üç kat fazla astım hastası oluyor olmaları bir yana, tıbbi yardım gerektirecek kadar ağır astım olanların sayısı da siyah nüfusta beyaz nüfusa göre üç kat fazla. Bu katmerli eşitsizliğe rağmen herhangi bir sağlık sistemine dahil edilmeyen Afrikalı-Amerikalılar nüfusun %30’unu teşkil ediyor. Siyah nüfusun %26’sı ise yoksulluk sınırının altında yaşıyor.
Dünyanın dört bir yanında barajlar, petrol boru hatları, termik santraller, madenler ve fabrikalarla delik deşik edilen ekosistemin tepkileri en zor koşullar altında yaşayanlara bir kere daha vuruyor. Sanayi sonrası sistem etnik, kültürel, cinsel, dilsel kompartımanları, sınıfsal ayrımların üzerine bindirerek risk ve zararı buna göre pay ediyor. Bu paylaşım ülkelerin içinde eşitsizlikleri keskinleştirirken, uluslararası düzlemde de ülkeler arası eşitsizlikleri keskinleştiriyor. Gün geçtikçe elde edilmesi zorlaşan kâr daha da az insanın yakınından geçerken doğal sonucu olan ekonomik kriz ise aşağıda kalanların omuzlarına biniyor. İklim değişikliğiyle ilgili Afrika ve Asya’dan gelecek kitlesel göçlerle ilgili alınan önlemin duvarlar çekmek ve yeni silahlar geliştirmek olmasına şaşırmamalıyız.
Çeşitli ayrımcılık ve eşitsizlikler üzerine kurulu bir küresel sistemle büyük bir kazaya doğru tam gaz ilerliyoruz. İklim değişikliğinin bedelini hayatlarımızla ödememiz “ortak çıkarımız” gereği planlanıyor. Petrol medeniyeti, yıllardır atıklarıyla zehirlediği, silahlar, kan ve darbelerle susturduğu insanları iklim değişikliğiyle yan hasar hanesine yazmaya hazırlanırken, sistem sömürüsünü bir kat daha arttırarak, artık doğrudan canlarımıza göz dikiyor. Adalet ve eşitlik için ortak bir mücadelenin yollarını yaratmadan, “ortak çıkarımızı” yeniden tanımlayamayacağız. Tek çaresi, çeşitli mücadeleleri ortaklaştırmak olan ağır ve köklü bir sorunla karşı karşıyayız. Görülmeyenler, göründüklerinde horlananlar ve ezilenleri çok daha zor günlerin beklediği gerçeğiyle yüzleşmeli, acilen daha güçlü müdahale yöntemleri geliştirmeliyiz. Kapitalizm, tüm dünyayı tehdit ederken sömürü ve ayrımcılık yepyeni anlamlar kazanıyor. Zamana karşı yarışta mücadelelerimizi ortaklaştırmanın yolunu bulmak dışında bir çaremiz yok. Aksi takdirde sömürü öyle ya da böyle sona eriyor…